ABD ile Çin arasındaki gerilim Çin’in nadir toprak elementleri ihracatına getirdiği kısıtlamalarla artmıştı. Bu adımın ardından başlayan görüşmeler, Trump ile Xi’nin Güney Kore’de düzenlenen Asya-Pasifik zirvesi esnasında bir araya gelmesiyle sonuçlandı. Zirve sonrası yapılan açıklamada karşılıklı olarak belirli ürünlerde gümrük tarifelerinin düşürüleceği, ayrıca önümüzdeki sene önce Trump’ın Çin’i, sonrasında ise Xi’nin ABD’yi ziyaret etmesinin planlandığı duyuruldu. Bu gelişmeler, ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşlarının şimdilik biçim değiştireceğine işaret ediyor. Fakat bu yeni biçimin karşılıklı iş birliği üzerine olacağını düşünmek için ortada bir sebep yok. Trump’ın anlık girişimleri ve giderek tırmanan gümrük vergisi savaşlarıyla açık çatışmanın maliyetinin arttığı koşullarda daha pragmatik ve Trump’ın tarzına uygun, “alışveriş” temelli bir diyaloğa girilmesi daha olası.
Aslında ABD’deki sermaye çevrelerinin tercihi de bu yönde. Örneğin, ABD Ticaret Odasının uluslararası ticaret konusunda mart ayında hazırladığı raporda Çin’in serbest piyasa kurallarına uymadığından şikayet edilirken bir yandan da Çin’le girişilen rekabette daha dengeli bir yaklaşım belirlenmesini talep ediliyordu. Rapora göre Çin’in devlet destekli sanayi politikalarıyla dış ticaret uygulamaları ABD şirketleri için ciddi bir rekabet dezavantajı yaratıyor. Şikayetler arasında fikri mülkiyet haklarının çiğnenmesi, yabancı firmalara piyasa erişiminde engeller koyması ve küresel tedarik zincirlerinde baskın hale gelme yönündeki çabalar öne çıkıyor. Çin’in beklentilerin aksine piyasa reformları yapıp devleti küçültmemesi, agresif sanayi politikaları izlemesi ve teknoloji transferini zorunlu tutması ABD üreticileri için açık piyasalarda eşit koşullar yaratmak yerine Çin’e avantaj sağlıyor ve Amerikan yatırımları ile iş fırsatlarını gölgeliyor. Ancak Trump’ın geniş kapsamlı gümrük tarifelerini ABD’li şirketler ve tüketiciler üzerinde de ciddi ekonomik zararlar yarattığı gerekçesiyle reddeden rapor, somut hedefli ve sınırlı müdahaleleri savunuyor. Daha ziyade Çin’in serbest ticaret ve serbest piyasa ilkelerine çekilmesini savunan bu rapor, içerisinde halen küresel bir neoliberal dünya özlemini barındırsa da Çin’e karşı daha sert bir tutum sergilenmesi ve ABD’li şirketlerin korunması yönünde açık bir talep ortaya koyuyor.
Trump öncesi ABD yönetimlerinin Çin’le kurduğu ilişki daha iyimser ve liberal bir çerçeveye dayanıyordu. Bu yaklaşıma göre, serbest ticaret ile birlikte sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi Çin’in dünya ekonomisine entegrasyonunu artıracak ve daha liberal bir ekonomik düzene geçişi hızlandıracaktı. Bu da nihayetinde Çin’de “demokratikleşmeyi” teşvik edecekti. Fakat Çin bir yandan ekonomik gücünü artırıp ileri teknoloji alanlarında dahi ABD’yle rekabete girebilir hale gelirken bir yandan da Xi yönetimi altında siyasal sistemini kuvvetlendirmeye girişti. Böylelikle liberal yaklaşım geçerliliğini büyük oranda yitirdi ve Biden döneminde devreye sokulan sermaye ve teknoloji kısıtlamaları, hibeler, sübvansiyonlar, vergi indirimleri ve eğitim programlarıyla kritik görülen sanayi sektörlerinin ABD’ye dönmesi teşvik edilmeye çalışıldı. Trump yönetimi ise çok daha müdahaleci ve devletçi bir yaklaşım benimsiyor. Aslında ticaret savaşları başta basit bir mantık üzerine kurulmuştu: Çin’in ABD pazarında sattığı ürünlerin hacminin çok yüksek olmasının ABD’yi “en büyük alıcı” olarak güçlü konuma taşıdığı varsayımına dayanıyordu. Fakat bu yaklaşım özellikle nadir toprak elementleri örneğinde çöktü. Bunun yanı sıra, eczacılık sanayisinde kullanılan birçok kimyasalın da tek tedarikçisinin Çin olduğu ortaya çıktı. Örneğin, ABD’de satılan yaklaşık 700 ilacın yalnızca Çin’de üretilen girdilere dayandığı tahmin ediliyor.
Geçtiğimiz haftaki yazıda ABD’deki devlet kapitalizmi tartışmaları bağlamında teknoloji ve madencilik alanlarında özel şirketlere doğrudan yapılan devlet yatırımlarını ele almıştım. Bu yazıda özetlediklerime ek olarak, son dönemde kuantum bilişim alanında faaliyet gösteren bazı şirketlerin (IonQ, Rigetti Computing, D-Wave Quantum vb.) federal fon desteği karşılığında ABD Ticaret Bakanlığına hisse devri yapılması konusunda görüşmeler yürütüldüğü ortaya çıktı. Kuantum bilgisayarların karmaşık hesaplamaları saniyeler içinde yapabilme potansiyeline sahip oldukları için yeni ilaçların, malzemelerin ve kimyasal bileşiklerin geliştirilmesini hızlandırabileceği ve ekonominin hemen her alanında verimliliği artırabileceği düşünülüyor. Görüşmeler kapsamında, her bir şirkete Washington tarafından en az 10 milyon dolarlık destek sağlanması planlanırken benzer anlaşmaların diğer firmalarla da yapılması gündemde.
Bu konudaki son gelişmelerden birisi de ABD’nin en büyük yatırım bankalarından JP Morgan Chase’in açıkladığı “Güvenlik ve Dayanıklılık Girişimi” (Security and Resiliency Initiative) adı altındaki yeni on yıllık, 1.,5 trilyon dolar tutarındaki yatırım planı oldu. Bu plan, ileri imalat sanayi, savunma, kuantum teknolojileri, batarya üretimi, stratejik mineraller, uzay sanayi ve nanoteknoloji gibi kritik alanlarda yatırım öncelikleri belirliyor. Bankanın CEO’su Jamie Dimon bu yatırım planını açıklarken ABD’nin güvenilir olmayan kaynaklara fazla bağımlı hale geldiğini ve ülkenin güvenliğinin yalnızca jeopolitikle değil, üretim ve teknoloji kapasitesiyle de doğrudan bağlantılı olduğunu vurguladı. Bu adım, Trump’ın sanayi politikasına Wall Street cephesinden verilen somut bir destek olarak okunabilir.



