Londra’da okurken, üniversite topluluklarında aktif olarak edebi ve görsel çalışmalar yapar, çok kültürlü etkinlikler düzenlerdik. Sinemaya, sanata, edebiyata ilgisi olan diğer fakültelerden öğrenciler, biriyle date’e çıkacaklarında bu etkinlikleri ilk sıraya koyardı.
Bir tür flört başlangıcı olarak görülmesi hoşuma gitmişti bunun. Her şeyi estetik bir jest olarak algılıyorduk belki de. Aradan yıllar geçti, şimdi tüm anlamlı heyecanları “ahlak”, “kural” ve “vicdan” kavramları ışığında inceliyoruz. Yalnızca teorik olarak değil, yaşanılan hatalar üzerinden de düşünürken, o zamanlarda yapılan yanlışlarla yüzleşmenin ne kadar önemli olduğunu da fark ediyoruz.
Her yaşananın bir şekilde geri döndüğünü fark edersek, bu farkındalık sorun ve çatışma çözümüne de olanak sağlar. Gerektiğinde çözüm bulmak, yeni alternatifler önermek, özür dileyebilmek ve hataları tespit etmek de birer erdemdir.
Evet, vicdan belki de tesadüfen elde edilen bir külfettir. En büyük hatalar, gelişmiş bir toplumun adaletine güvenmek kadar olağan olmasa da, kendi bireysel yanılsamalarını suistimal edenler bile bir uyanış yaşamalıdır.
Öyle ya da böyle, işin özünü, sınırların ne kadar geçirgen olduğunu, kararın eninde sonunda bireye kaldığını, ancak uzaklaşınca öğrenebiliriz. Bir vicdan işi ise bunun adı, Cocteau’nun da dediği gibi, “sanatın bizi gerçeğe inandırmak için yalan söylemesi gerektiğini” hatırlayabiliriz.
Hakikati taşımak, onu anlatmak değil; onun ağırlığı altında ezilmeden yaşayabilmektir belki de gerçek özgürlük.
Peki, kalmak bu kadar zorken, insanlıktan uzaklaşan bu dünyada neden dönüp dolaşıp doğduğumuz toprağa geri geliriz ve yüzleşmeden bir dış etkenin bizi kurtarmasını bekleriz?
Belki de kökler yeterince sağlam değildir. Belki de insan, çocukluğunun gölgesinden asla kurtulamaz. Üzeri yıllarca örtülmüş meseleleri açtıkça, herkesin içinde saklı bir travma olduğunu görürüz. Cocteau’nun aynalarında yansıyan her yüz, içimizdeki kırılmayı büyütendir. Hayat adil davranmaz; bu çoktan kanıtlanmıştır. Ama bazen bir pandemi, bir ölüm haberi, bizi birbirimize hatırlatır. O zaman sorular artar: Empati nedir, adalet nedir, kim daha “etik”tir? Kimdir suçlu ve kimin yeri neresidir? Aile ve devlet, bizi koruyan mıdır, yoksa yavaşça körelten mi? Bir yara varsa, onu kapatmakla iyileştirmek arasındaki farkı göremez hale geldiğimizde, sonunda insanın elinde tek bir şey kalır: vicdan.
Peki o, gerçekten vicdan mı, yoksa kazanılmış bir yükü taşıyabilme becerisi midir? Dürüst olmak, dışarıya nasıl görüneceği endişesiyle mi şekillenir, yoksa içte başlayıp içte tamamlanan bir süreç midir?
Belki de sürdürülebilir başarı, çabuk alevlenip çabuk sönenin içinde değil; bireyi işlevselleştiren bağlamlarda, kendini dünyadan bağımsız onarmaktan geçer. Çünkü kazanma ve kaybetme halleri feryadın en yüksek sessizliğiyle bağırarak getirir tüm yüzleşmeleri dize…



