Kardeşlik ve bölünmezlik masalından güneyi dışlamak… Güneydeki hakkımızı nefret diliyle bile alsak mesele yok, yeter ki kuzeyde “bölünmeyelim” demek… İşte bu zihniyetle seçim rüzgârı yaklaştığında bütün sözler aynı kaynaktan fışkırıyor: nefret. Biri, “Türkiye kökenli vatandaşların kılına dokundurtmam” diye göğsünü gere gere konuşuyor; diğeri ise “Kuzeyde bizi bölemeyeceksiniz, çocuklarımızla hep beraber yöneteceğiz, Baf da bizim, Limasol da, Larnaka da” diye haykırıyor.
Söylem farklı değil, yön aynı: cümle aralarına sinsice serpiştirilen zehir. Nefretin parlak yüzü tam da budur: “kardeşlik” sözcüğünü ağza alıp güneyi hâlâ masaldan dışlamak. Sokakta, kahvede, mecliste, televizyonda… Aynı kin, defalarca dolaşıma sokuluyor. Oysa birlikte yaşamış bir coğrafyanın insanına bağırarak, efelenerek hak talep edilemez. “Hazır ol!” diye komut veren bir siyaset dili hangi güveni, hangi geleceği inandırıcı kılabilir?
Asıl mesele şu: büyük güçlerle yüzleşmeyi, gerçek bir birleşmeyi göze almak yerine, kuzeyde sahte bir “kardeşlik, birlik, çocuklarımız” gösterisiyle günü kurtarmak, koltuğu garantilemek. İstilacıyla işbirliğini “barış” diye sunmak ne kadar sürdürülebilir? Ortaya çıkan sonuç: çok laf, az çözüm. Gürültü içinde sessizce götürülen paralar… Kuzeyi birleştireceğiz diye pazarlanan düşmanlık, hakikatle değil, havai sloganlarla örülüyor. Kıbrıslı Rumlara nezaket, umut ve barış diliyle yaklaşmak yerine, “Hazır ol Hristodulidis!” diye bağırmalar.
Böylesi bir dil kuzeyi belki bütünleştirir, kuzeydeki saltanatı da devam ettirir. Kıbrıs belki de en çok dilin, tercümenin, anlatının sorunudur. Yanlış söz, baştan beri yanlış gidiştir. Nefret dili üzerine kurulan siyaset çözümsüzlükten beslenir. Dün “milli dava” süsüyle, bugün “çocuklarımızın geleceği” bahanesiyle… Özünde tek bir amaç var: kuzeyi birleştirmek adıyla adanın bütünlüğünü parçalayıp, korku ve istismar diliyle iktidarı garantiye almak.
Bir yanda temel hakları için ömrünü tüketen, umudu defalarca kırılan insanlar;
öte yanda nefret üzerinden prim yapanlar: vasıfsız koltuk sahipleri, slogan tüccarları.
“Maksimum hak – sıfır feragat” diye bağıranların sözlerinde ne gerçeklik var, ne de derinlik.
Ve tarihe sonradan dahil olup zirveden bağıran ‘yeni dönem kahramanları’
Dün varla yok arasıydılar, bugün geçmişi silmeye, toplumsal hafızayı budamaya soyunuyorlar.
Ama artık yeter.
Nefret siyaseti belki sandıkta size seçim kazandırır, ama bir ülkenin krizini çözmez.
Yoksulluğu bitirmez, gençlerin göçünü durdurmaz, barışı ve güvenliği getirmez.
Nefretin gölgesinde ne umut yeşerir ne de sağlam bir gelecek kurulur.
Kıbrıs’ın geleceği, nefret tüccarlarına bırakılamayacak kadar kıymetlidir.
Ortadoğu kan ve ateş içindeyken, dünya iklim krizinin ve yoksulluğun pençesindeyken, biz hâlâ aynı ezber nefretlerle oyalanamayız.
Bugün gereken tek şey: cesaret.
Gözlerimizin içine bakma cesareti.
Acıyı tanıma cesareti.
Geçmişin hatalarını kabul etme cesareti.
Ve onurlu bir barış için köklü, radikal bir adım atma cesareti, yani dili değiştirme cesareti…
Çünkü toplumları ayakta tutan nefret dili değil, dayanışma dilidir. O da şu anda kuzeyi bütünleştirmek için vardır. Bu da birleşme sözü verip bölmektir…
Çocuklara bırakılacak miras kin değil, umuttur.
Nefretle büyüyen siyaset sahte; umutla büyüyen gelecek gerçektir.
Kuzeyde “kardeşlik, çocuklarımız, haklarımız” diyerek güneye nefret kusan bu siyaset, toplumu kurtarmaz. Sadece cepleri doldurur, refah kapılarını bir kesim için hep açık tutar.
Uyan Kıbrıs.
Uyan Ortadoğu.
Uyan Dünya.
Bu oyun bitti.
Şimdi sıra, ortak acılara bakarak, aynı coğrafyaya daha yakın olup ellerimizi birbirimize değdirmekte… Sevginin dili yeniden doğacak bir toplumun sahnesinde şarkı söylemekte saklı, sadece kuzeyde birleşme bütünleşme diline sığınarak değil tüm Kıbrıs’ı birleştirecek bir dilde…
Barış, ödünsüz haykırışlarda değil, gerektiğinde feragat edebilmekte…
Belki de “Ne Türkiye’ye vilayet, ne Rum’a yama” sloganlarından da, “çocuklarımız – haklarımız” nakaratlarından da, sıradan bir ilkokul ödevini andıran kıdemli gazetecilerinizin köşe yazılarından da bıkıp usanmış olması lazımdı bu toplumun çoktan…
Ve dil… Bilmeli nerede sertleşeceğini, nerede yumuşayacağını; nerede zırh örüp nerede merhem süreceğini artık…



