Barışın mimarından yatırımın yöneticisine Tony Blair’in dönüşümü, Batı liberalizminin ahlaki meşruiyetini kaybedip teknokratik vesayete evrilişinin hikâyesi…
Tony Blair yeniden sahnede, bu kez Gazze’nin geleceğini şekillendirecek geçici otoritenin mimarı ve olası yöneticisi olarak. Blair’in dönüşü yalnızca bireysel bir geri dönüş değil, aynı zamanda 1990’lardan bu yana Batı’nın kendisini tanımladığı ideolojik alanın dönüşümünün de bir aynası.
Tam da bu nedenle Blair’in hikâyesi, kişisel bir kariyer öyküsünden çok daha fazlasıdır: Üçüncü Yol liberalizminden güvenlikçi müdahaleciliğe, oradan yönetişimci teknokrasiye uzanan bir çağın ideolojik izleklerini taşır. Blair’i yeniden sahneye çıkaran şey, liberal merkezin kendi krizini çözmekten çok, onu yöneterek sürdürme becerisi.
Bir üçüncü yol vaadi
1997 baharında Tony Blair, Downing Street’in önünde İngiltere’nin yeni başbakanı olarak poz verdiğinde yalnızca bir iktidar değişmiyor, bir çağın sesi ton değiştiriyordu. On sekiz yıl süren muhafazakâr yönetimin ardından Blair’in zaferi, “solun geri dönüşü” değil, solun muhafazakârlıkla ve piyasa ile uzlaşarak yeniden kurgulanması anlamına geliyordu. Blair, modern Britanya’da “inançlı ama ilerici”, “piyasa dostu ama vicdan sahibi” bir lider olarak öne çıktı. Hem işçi sınıfını hem orta sınıfı kapsayan, “ahlaki bir merkez” vaadiyle iktidara yürüdü.
Blair’in projesi, sosyal demokrasiyi piyasa çağında yeniden tanımlamaktı. “Üçüncü Yol” (sosyolog Anthony Giddens tarafından kavramsallaştırılıp/kitaplaştırılan) klasik refah devletiyle neoliberal piyasa arasında denge kurma iddiasındaydı. Refah devletiyle serbest piyasanın, sosyal adaletle girişim özgürlüğünün bir arada var olabileceğini düşünüyordu.
Ama bu “denge”, kısa sürede bir öncelik değişimine dönüştü. Blair’in reformları, sosyal demokrasiyi bir sosyal adalet projesi olmaktan, bir piyasaya uyum projesine çevirdi. Çağın (neoliberal) ruhuna uygun olarak klasik sosyal demokrasinin yeniden dağıtıcı, sınıf temsiline dayalı mirası yerini “fırsat toplumu” fikrine bıraktı. Devlet, yoksulluğu azaltan değil, “bireysel kapasiteyi güçlendiren” bir aktör olarak tanımlandı. New Labour manifestosunun “Eğitim, eğitim, eğitim” sloganı, bu dönüşümün simgesiydi; ancak bu sloganın ardında eğitimin bir kamusal hak olmaktan çıkıp, kişisel yatırıma dönüşmesi vardı. Sosyal politikanın yerini istihdam edilebilirlik, kamusal hizmetin yerini performans aldı. Blairizmin sosyal vaadi sendikasızlaşmış, borçla büyüyen, bireysel riskleri piyasa içinde taşımaya alışmış yeni bir orta sınıftı.
Bu dil, 1990’ların küresel havasıyla kusursuz biçimde örtüşüyordu. Berlin Duvarı yıkılmış, Clinton Beyaz Saray’da benzer bir çizgiye oturmuştu. Küreselleşme ilerlemenin dili, serbest ticaret evrensel barışın aracıydı. Sol, artık kapitalizme yönelik bir eleştiriyi değil, onun içindeki en “etik” sesi temsil ediyordu.
Barışın mimarından müdahalenin teorisyenine
Blair iktidarının zirvesi, 1998’de imzalanan Hayırlı Cuma Anlaşması (Good Friday Agreement) oldu. İngiltere hükümeti ile İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun (IRA) siyasi kanadı Sinn Féin arasında varılan bu anlaşma, Kuzey İrlanda’daki yaklaşık otuz yıllık şiddeti sona erdirerek Blair’in liderliğini pekiştirdi. Bu başarı, onun siyaset tarzının özünü yansıtıyordu: karmaşık sorunlar, yeterince irade, diyalog ve “ahlaki sorumluluk”la çözülebilirdi.
Blair’in “ahlaki sorumluluk” anlayışı, yalnızca iç siyasete değil, dış politikaya da yön verecekti. 22 Nisan 1999’da Kosova’daki NATO müdahalesi sürerken Chicago’da yaptığı konuşma, bu dönüşümün dönüm noktasıydı. Blair, klasik egemenlik anlayışını sorguluyor ve tarihe “Uluslararası Toplum Doktrini” olarak geçecek bir çerçeve çiziyordu: “Eğer zulüm, kitlesel katliam ya da insanlık onurunun sistematik inkârı varsa, egemenlik sınırı bizi durdurmamalıdır.” Bush’un “özgürlük” söylemi ile Blair’in “ahlaki müdahaleciliği” birleştiğinde, liberal müdahalecilik bir tür misyonerlik biçimine bürünecekti.
Blair’in bu sözleri, 2000’li yılların müdahaleci liberalizminin temelini attı. Artık egemenlik, mutlak bir hak değil; insan haklarını koruma sorumluluğuyla koşullu bir ayrıcalıktı. Bu yaklaşım, daha sonra 2005’te BM Genel Kurulu tarafından kabul edilen ‘Koruma Sorumluluğu’ (R2P) ilkesine de esin kaynağı olacaktı.
Blair’e göre Britanya (ve Batı), artık yalnızca ulusal çıkarlarını değil, insanlığın vicdanını temsil etmeliydi. Ama bu evrenselci ahlak 11 Eylül sonrası dünyada test edilecek ve sınıfta kalacaktı.
Savaşın ahlakı
11 Eylül 2001, Blair’in “ahlakın sesi” olmaktan “savaşın aklı”na geçişinin miladıydı. New Labour’ın “etik küreselleşme” dili bir anda iman, güvenlik ve medeniyet eksenine taşındı. Blair, 11 Eylül’ün ertesi günü yaptığı konuşmada saldırıyı “tüm özgür dünyanın kalbine yönelmiş bir kötülük” olarak nitelendirdi ve kısa sürede George W. Bush yönetiminin en sadık müttefiki haline geldi.
Blair’in bu dönemdeki karar süreçlerinde iman, vicdan ve tarihsel misyon söylemi belirleyici olacaktı. Blair’in biyografisini yazan Andrew Rawnsley’nin aktardığına göre, Blair kabine toplantılarında “Tanrı’nın bizi bu göreve çağırdığına inanıyorum” cümlesini sıkça tekrar ediyordu. Londra’da milyonlarca insan Irak işgaline karşı sokaklara dökülürken bile Blair Irak işgalini destekleyen tutumundan vazgeçmedi.
2003’te ABD Kongresi’nde yaptığı konuşmada Blair, “Bu sadece Amerika’ya değil, bizim değerlerimize yapılmış bir saldırıdır” derken, medeniyet üzerinden yeniden inşa edilecek bir Batı tarif ediyordu: “Bu, Amerika Birleşik Devletleri ile terörizm arasındaki bir savaş değil; özgür ile zorba, uygarlıkla kaos arasındaki bir savaştır.”
Yükseliş ve düşüş
2016’da yayımlanan Chilcot Raporu, Blair hükümetinin Irak savaşı kararında hem istihbaratı çarpıttığını hem de diplomatik yolları tüketmeden askeri seçeneğe yöneldiğini belgeledi. Rapordaki sarsıcı tespit şuydu: “Bir savaş, son çare olmadan başlatıldı.”
Bu ifade, Blair’in 1999 Chicago konuşmasında kendi eliyle koyduğu ahlaki kriterlerin açık ihlaliydi. Zulmü durdurmak için müdahale gerekiyordu ama “zulmün tanımını” bizzat Batı yapıyordu. Irak savaşı demokrasi götürmek adına bir devleti yıkan, on binlerce sivilin ölümüne yol açan bir imparatorluk pratiğiydi. 2003’te Irak savaşıyla başlayan Blair’e yönelik güven kaybı, “Bush’un uysal ortağı” imajıyla derinleşti. Sonunda Blair yalnızca bir savaşı değil, ahlaki üstünlük iddiasını da kaybetti.
Aynı dönemde iktidarı, Formula 1 yöneticisi Bernie Ecclestone’dan alınan bağış karşılığında tütün sponsorluğu yasağının yumuşatıldığı iddiasından, kabine üyeleri Peter Mandelson ve David Blunkett’in kişisel çıkar ilişkilerine ve nihayet “Cash for Honours” skandalında parti bağışçılarının soyluluk unvanlarıyla ödüllendirildiği suçlamalarına kadar uzanan bir dizi yolsuzluk tartışmasıyla gölgelendi.
2007’ye gelindiğinde hem kamuoyu hem partisi ondan yorulmuştu. 27 Haziran 2007’de istifasını sunarken son kez kameraların karşısına geçti ve şunu söyledi: “Doğru olduğunu düşündüğüm şeyi yaptım. Beni Tanrı yargılasın.”
Arkasında yalnızca savaşların değil, tıpkı kendisi gibi ahlaki meşruiyetini kaybetmiş Batı liberalizminin mirasını bıraktı.
Devlet adamından network operatörüne
Blair Downing Street’i terk ettiği gün kendisine önerilen Ortadoğu Dörtlüsü (Quartet) özel temsilciliğini kabul etti. Bu görev, BM, Avrupa Birliği, ABD ve Rusya’nın Filistin stratejilerini koordine eden bir yapının yöneticiliğiydi. Blair, Filistin kurumlarının kapasite geliştirilmesi ve altyapısal projelerin desteklenmesi gibi bir yetkilere sahip olacaktı.
Ancak Filistinliler ve gözlemciler, Blair’in görevinin aslında İsrail lehine siyasi baskı uygulamak ve ekonomik projelerle bölgede nüfuz alanı yaratmak olduğunu iddia ediyordu. Filistinli müzakereci Nabil Shaath Blair’in yaptığının İsrail lehine Filistin’in “barikatlarını birkaç metre geri çekmek” olduğunu söyleyecekti.
Blair, bu dönemde diplomasi ve özel sektörü iç içe geçiren yeni bir model kurdu: Politik çözümler yerine teknik kapasite, proje yönetimi ve sermayeyle yönetilen barış inşası. 2008’de JP Morgan Chase’e “senior advisor” olarak katılması, bu ağın finans kapital ile buluşmasını sağladı. Tony Blair Associates (TBA) adındaki danışmanlık şirketi, Orta Doğu’dan Kazakistan’a kadar birçok hükümete “reform” ve “yönetişim” danışmanlığı sağladı; bu yapı zamanla Tony Blair Institute for Global Change (TBI)’ye dönüşerek kurumsallaştı.
Blair’in ekonomik projelerle diplomatik misyonunu aynı anda yürütüyor; özel iş bağlantılarını kullanarak hem bölgeye yatırım girişlerini teşvik ediyordu. Blair’in Ortadoğu’daki rolü, barış elçisi kimliğinden yatırım koordinatörlüğü kimliğine evrilecek ve bu görev onu olağanüstü zengin bir adam haline getirecekti. TBI gelirinin önemli kısmını Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar gibi Körfez ülkelerinden aldığı sözleşme ve bağışlardan elde etti.
Piyasa mantığı, kamusal olanla bireysel olan arasındaki sınırı silmiş; diplomasi ile sermaye birbirine karışmıştı. Görünür siyaset yerini görünmeyen ağlara, kamusal kararlar özel çıkar hesaplarına bırakıyordu.
Bu evrim, liberal merkezin yeni evresi olarak okunabilir: siyaset, artık proje yönetimine indirgenmiş; meşruiyet, teknik kapasite ve finansal akışlarla tanımlanır hale gelmişti. Batı liberalizminin teknokratik dönüşümü, popülist patlamanın önsözü olacaktı.
Blair’in (ve tabii ki benzer ana akım siyasetçilerin) kurduğu dünyanın çöküşünden Trump doğdu.
Teknokratik vesayet
Liberal merkezin bu yeni evresinde meşruiyet artık sandıktan değil, yönetme kapasitesinden türemekteydi. Siyaset projelere, temsil uzmanlığa, liderlik ise ağ kurma becerisine indirgenmişti.
İşte tam da bu noktada Gazze’nin yıkımı, Blair’in temsil ettiği teknokratik liberalizmin yeni laboratuvarı haline gelecekti. Bu yeni dönemde Blair’ın en büyük bağışçısı Oracle’ın kurucusu Larry Ellison oldu. Ellison, İsrail’in güvenliğini ve teknolojik üstünlüğünü “Batı medeniyetinin savunusu” olarak tanımlıyor; bu ideolojik zemin Oracle’ın İsrail’de kurduğu veri altyapısı yatırımlarıyla doğrudan örtüşüyordu.
2024–2025 arasında basına sızan belgeler, Tony Blair’in “Gazze Uluslararası Geçici Otoritesi” (GITA) adını taşıyan bir planı olduğu ve kurulacak teknokratik yönetimim başına geçmek istediğini öne sürüyordu. Sızan taslak, yumuşak bir adla sert bir mimari çiziyordu. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin onayına sunulacak geçici bir yönetim, 7 ila 10 üyeden oluşan uluslararası bir kurul öngörüyordu. Filistinli temsilciler sembolik bir varlık gösterecek, ancak karar, güvenlik ve mali denetim uluslararası üyelerin elinde kalacaktı. Kurulun merkezi El-Ariş’te, koordinasyonu Amman veya Kahire üzerinden yürütülecek; ilk yıl 90 milyon dolarlık bütçe üçüncü yılda 160 milyona ulaşacaktı. Bu, klasik bir yeniden yapılanma planından çok, yatırımın yönetişimi idi.
Taslakta yer alan şu ifade ise Blair’in dönüşümün özeti gibiydi: “GITA, apolitik ve teknokratik bir yönetim modeli olacaktır.” Belén Fernández’e göre, bu plan “kolonyalizmin yatırım versiyonu” olarak tanımlanabilirdi: “Barışı değil, sermayeyi yönetmek, işte yeni medeniyet projesi”
Kısa süre sonra Trump yönetimi, “20 Maddelik Gazze Planı”nı açıkladı. Bu plan, Blair’in GITA taslağındaki bazı unsurları kendi politik çerçevesine uyarlayarak “Barış Kurulu” adını taşıyan yeni bir yapı öneriyordu. Trump’ın başkanlığında kurulacak bu kurulda Blair, danışman olarak yer alacaktı. Ancak plan ne bir geri çekilme takvimi içeriyor ne de sınırlar konusunda herhangi bir düzenleme öngörüyordu; Filistinlilere yalnızca sembolik bir temsil bırakıyordu.
Bitirirken
Trump çoğu zaman liberal Batı düzeninin sapması olarak yorumlandı: ahlaki pusulasını yitirmiş, irrasyonel bir ara dönem olarak. Oysa liberal Batı’nın altın çocuğu Blair’in hikayesine bakmak bile Trump’ın bir kopuş değil, liberal uluslararasıcılığın kendi iç mantığının son durağı olduğunu gösteriyor.
Blair’in “ahlaki müdahaleciliği” nasıl siyaseti yönetişime, adaleti verimliliğe, temsili “kapasiteye” indirgediyse (ve bunu yaparken olağanüstü bir kişisel servet edindiyse), Trump da aynı denklemde devam ediyor ve belki de yalnızca o denklem üzerindeki ahlaki kılıfı kaldırıyor. Zaten bugün onları aynı planda buluşturan da bu ortaklık. Bu açıdan Trump bir istisna değil, liberal merkezin dönüşümünün illüzyonsuz hali.
Bugün Gazze’de önerilen “teknokratik geçici yönetim” modeli ise bu zihniyetin en kristal biçimi. Gazze, önce yıkıp sonra yeniden yapmanın; savaşın enkazını yatırımın fırsatına dönüştürmenin vitrini olarak karşımızda duruyor. Ve pek çok ülke bu planı bir barış planı olarak alkışlıyor.



