İnsan, yalnızca doğduğu yerin değil, yarım kalmış cümlelerin de mirasçısıdır. Hepimiz, atalarımızın suskunluklarından bir harita devralırız; yönü belirsiz, ama izleri derin.
Bazı acılar kalıtsaldır, DNA’da değil ama davranışta saklıdır. Bir kuşağın korkusu, diğerinin refleksi olur. Biri bağırdığı için diğeri susar, biri sustuğu için öteki bağırır. İşte o denge, bir toplumun görünmeyen soy ağacıdır.
Travma yalnızca bir yara değil, zamana direnen bir yankıdır. Bir ailenin sessizliğinde büyür, bir annenin titrek nefesinde, bir babanın uzak bakışında. Kimse bilmez, ama herkes hisseder. Ve o hissi adlandıramadığın her an, sen de onu bir sonraki nesle geçirirsin farkında olmadan, iyi niyetle, sevgiyle bile bazen.
Bizim kuşağın yükü bu, mirası reddetmek. Ama nasıl reddedilir bir miras ki içinde sevgi de var, acı da, emek de, suskunluk da Bir yandan minnettarlık duyduğun, bir yandan özgürleşmek istediğin bir geçmiş bu. Hem kökün hem zincirin aynı bedende birleştiği yer.
Sevgiyle ilgili ilk derslerimizi yanlış kitaplardan okuduk. Sevilmek için uslu durmamız gerektiği söylendi. Koşulsuzluk bize öğretilmedi, hep bir beklentinin gölgesinde büyüdük. Şimdi o yanlış öğretinin kalıntılarını sökmeye çalışıyoruz.. Çocuklarımızın gözlerine bakarken kendi çocukluğumuzu telafi etmeye. Her sarılışta, alınmamış bir sarılmayı tamir ediyoruz.
Ama mesele sadece bireysel değil. Bu bir kuşaklar arası direniş. Çünkü geçmiş, sadece kişisel bir deneyim değildir.Toplumsal kodların sessiz bir sürekliliğidir. O yüzden redd-i miras, aslında kültürel bir başkaldırıdır. Bir neslin diğerine “ben bunu taşımayacağım” deme cesareti.
Bizim dilimizde “özür dilerim” yeni bir siyaset gibi..Bir iktidar biçimini reddediyor, kusursuz görünme zorunluluğunu, otoriteyi, susmayı.. Bir ebeveynin özrü, bir çocuğun özgürlüğüdür çünkü. Bizden öncekiler özür dilemedi, onlar sadece devam etti. Biz durduk, baktık, hatırladık. Ve şimdi, devam etmemenin erdemini öğreniyoruz.
Her sabır, eski öfkeye bir manifesto gibi. Her kırık, yeni bir anlayışın eşiği. Kırılmak artık zayıflık değil, dönüşümün işareti.
Belki de insanın en büyük görevi budur, kendi yarasından bir dil inşa etmek. O dille başkasının sessizliğine köprü olmak.
Kendini onarırken, bir başkasını da iyileştirebilecek bir yankı bırakmak.
Biz kırığız, evet. Ama kırık olmak, geçmişin ağırlığını taşırken bile geleceğe ışık taşımak demektir. Eksikliğimiz, başkalarına alan açıyor. Sarsak yürüyüşümüz, ardımızdakilere bir patika çiziyor.
Ve belki de tüm mesele şu kadar yalın.. Bizden sonraki çocuklar, bizden önceki sessizliği tekrar etmesin diye, kendimizle konuşmayı öğreniyoruz nihayet…


