Bazı insanlar sessizliğiyle hatırlanır. Naciye de öyleydi. Bilmediği bir dilde okuduğu dua, çok şey aldı götürdü ondan. Sesindeki titrek harfler, Tanrı’ya değil, kendi içindeki boşluğa çarpıyordu. Anlamak bir inançtı, anlamamaksa kabullenmenin başka bir biçimi. Oysa onun inancı, çoğu zaman susarak var oluyordu. Kokulu çay, badadez, boğazına takılan kılçık oğlunda paniğe sebep oldu. Ne kadar absürt annenin en küçük bir boğulma vakası. Bir panik, ölümü ise hafif…
Küçük ayrıntılardı ama hepsi birer işaretti; hayatın hep kenarından ısırıldığı, hiçbir lokmanın tam yutulmadığı bir kaderin işaretleri. Yıllar geçtikçe, kendi içine açılan delikler büyüdü. Annesinin gençliğinde başlayan bir ihmaller zinciri, onda tamamlanmış gibiydi.
Hatırlıyorum; Kingston’dan döndüğümde kemikleri sayılıyordu. Ama gözlerinin içi hâlâ gülüyordu. O gülüş, sanki dünyaya “ben hâlâ buradayım” deme biçimiydi.
Temizlenip tekrar kirlenmek, onun hayatının özeti gibiydi. Ne kadar yıkanırsa yıkansın, kir her defasında geri dönerdi. Yine de o kire rağmen içinde bir masumiyet taşırdı; saf ve şeytan arasında gidip gelen bir ışık. Şahlanırdı bir at gibi gülüşü.
Bir ilkbahar günü babasının tayini çıktı kahveye ve sonra aniden başka bir coğrafyada varolmaya başladığı. Şillura mezarlığı.
Köydeki herkes belgeleri, emirleri konuşuyordu; kasaphanede bile devletin sırları dolaşırdı ama kimse Naciye’nin gidişini konuşmadı.
Onu unuttular, tıpkı ihmal edilen her şeyi unuttukları gibi. Oysa ben o yaşta, yirmimde, onun düştüğü yerden bakmayı öğreniyordum hayatın çırpınışlarında.
Bir gün, yavaş yavaş, “uykuda ölme korkuları” oldu bunun adı. Düğüm düğüm cümlelerle başlarken gün, tansiyon hapı girdi aramıza. Lewisham Kütüphanesi’ne gittiğim ilk günü hatırlıyorum: Alice Walker okuyan bir kadın votkadan yudum alıyor, dünyayı umursamıyordu. Bizse bir dilin kenarında, bir duanın içinde, nefes almayı unutmuştuk.
Naciye, en çok yeşili severdi. En çok o nefes alırdı. Perdeleri kapatan İngiliz kadına imrenirdi bazen; çünkü o kadın, utanmadan var olabiliyordu. Bizse hep ölçülüydük, hep temkinli.
Amcamın görünmeyen uzuvları, komşuların gizli dedikoduları, devletin unuttuğu mallar, küflü kerpiç duvarlar… Hepsi aynı hikâyenin devamıydı: ihmallerin sessizliği.
Yirmi dokuz yıl boyunca o ev, sahibini aradı. Örümcek ağlarına, sıcak havaya dolamıştı telaşını. O ev gibi biz de eksik yaşadık; ne tam sahip olabildik, ne tam vazgeçebildik.
Şimdi bazen, gece uykum kaçtığında, onun yüzünü hatırlıyorum. Gözlerinin içindeki o temizlik, sanki hâlâ beni çağırıyor. Belki dua hâlâ bitmedi. Belki biz, hâlâ aynı dilde susuyoruz ayrıntılarda…



