Cey Sesigüzel ile “The Divided Island” Belgeseli Üzerine Bir Sohbet

Dil, barış kadar kırılgan; bazen de barışın ta kendisi. “The Divided Island” belgeselinin yönetmeni Cey Sesigüzel ile hem keyifli hem de derin bir sohbet gerçekleştirdik. Genç, dinamik ve enerjik bir yönetmen olan Cey, Kıbrıs’ın politik katmanlarının ötesine geçerek bu çalışmasında insanın kırılgan tarafına, ortak acılarına ve vicdanına odaklanıyor.

Cey’e yönelttiğim sorular, sohbetimizin olmazsa olmazlarıydı. Bunun ötesinde, film sürecini anlamaya yönelik konular da yer aldı. Sinemaya nasıl adım attığı, diğer ilgi alanları ve bu filmi ortaya çıkarma nedenleri üzerine konuştuk.
“The Divided Island”, yalnızca bölünmüş bir adanın değil; aynı zamanda parçalanmış bir hafızanın, bastırılmış hikâyelerin ve ortak bir vicdan arayışının filmi olarak öne çıkıyor. Bu film, yalnızca halihazırda işin içinde olan yüzlere değil, “sıradan insana” da ulaşmayı hedefleyen bir yapım olarak dikkat çekmeli. The Divided Island, yeni ve gündelik olanı içine dâhil etme potansiyeliyle diğer belgesellerden ayrışıyor. Yeter ki daha önce izlenen, basmakalıp ve kişisel çıkar üzerine kurulu motivasyonlardan uzaklaşılıp kolektif bir hafıza sorgulaması yapılabilsin.
Belgesel, kişisel tanıklıklar üzerinden Kıbrıs’ın görünmez sınırlarını, sessizliğe gömülmüş travmalarını ve yeniden hatırlama çabasını ele alıyor. Cey’in kamerası, politik söylemlerden çok insan hikâyelerinin samimiyetine yöneliyor.
Fakat filmin Dayanışma Evi’nde gerçekleştirilen gösterimi, samimiyet eksikliği ihtimalini de beraberinde getirdi. Dayanışma Evi’nde yapılan bu gösterimde, etkinlik boyunca hissedilen politik tartışmalardan uzak durma eğilimi, filmi bir nebze de olsa politik sorgulamaya kapalı hâle getirmiş gibiydi. Politik dilin gürültüsünden kaçıp daha sessiz, daha içsel bir yüzleşme alanı yaratmak isteyen bir atmosfer hakimdi.
Bunun ötesinde, Cey ile de paylaştığım bir diğer gözlem; filmin ve söyleşinin yalnızca İngilizce olarak gerçekleşmesinin, bazı izleyicilerde eleştirel bir yankı uyandırmasıydı. Türkçe ve Rumca’nın yokluğu, adanın çok dilli kimliğine dair bir eksilme hissi doğurmuştu. Bu durum, ara bölgede düzenlenen fonlu projelerde yalnızca İngilizceye hâkim kişilerin katıldığı, hep aynı simaların yer aldığı bir kültürel tekrar hissini de beraberinde getirdi.
Barış kavramının aslında bir dil sorunsalı olduğunu hatırlattı bana. Üç dil, üç yarımada gibi… Barışın sesi, tercümede kaybolacak endişesini yeniden uyandırdı.
Etik bir sinema arayışı da röportajın en dikkat çekici bölümlerinden biriydi. Cey’in film yapım sürecine ve fon arayışına dair etik kararlılığı, dünyanın ve sinema endüstrisinin hızla ticarileştiği bir dönemde insani ve etik değerlerden ödün verip vermemekle ilgiliydi.
Bu film, kâr getirmekten çok, köklü bir değişime ya da huzurlu bir çözüm sürecine katkı sunma arayışı mıydı, yoksa kâr güdüsüyle yapılan bir üretim mi? Bu sorular, Cey’in yaklaşımını daha da anlamlı kılıyor.
“Fon bulmak değil, doğru sözü bulmak önemli.”
Cey’in sıcak baktığı ve önemsediği temel nitelikler bunlardı. Sakin ama kararlı bir tonda, kendisiyle uyuşmayan ve değerlerini yansıtmayan fon sağlayıcılarla çalışmak konusunda temkinli olduğunu açıkça belirtti.
Onunla sohbet ederken, görsel-işitsel üretimin yalnızca bir meslek değil; insana, hafızaya ve adalete dair bir sorumluluk biçimi ve aynı zamanda bir hediye olduğuna inandığı hissini edindim.
Cey, sinemanın dönüştürücü bir güç olduğuna inanan genç bir film yönetmeni olarak sözlerine şöyle devam etti:
“Amacım, bu filmi sadece Kıbrıs’ta değil, dünyanın dört bir yanında insanların kalbine dokunacak bir dilde anlatmak.”
“The Divided Island”, genç bir yönetmenin cesur, vicdani ve samimi bakışını yansıtan bir yapım olduğu izlenimini veriyor. Bölünmüş bir adanın diasporasında doğan ama birleşik bir vicdana seslenen bu film, izleyicisine yalnızca bir hikâye değil; bir hatırlama biçimini, alternatif ve samimi bir yorumla sunuyor.



