Sansürlense de, engellense de, bedel ödeyeceğini, başı belaya gireceğini bile bile doğruyu söyleyenlere selam olsun. Bütün yasakları yasaklayıp yalanı da cezalandırabilsek… Belki o zaman yalan üzerine kurulmuş siyasetin yükünden, bu kısır döngüden kurtuluruz. Çünkü bu topraklarda doğruluk bir meziyet değil, bir tehdit gibi algılanıyor.
Yalan, hem iktidarın dili hem muhalefetin kaçış noktasıdır. Herkes biraz susarak, biraz eğip bükerek yaşıyor bu coğrafyada.
Ve bu coğrafya; geçiştirmelerin, ihmalleri telafi etmenin bir ayrıcalık ve lüks olduğunu düşünenlerin, çocuk istismarcılarının, savaş suçlarını aklamak isteyenlerin, nefret dilini en iyi şekilde kullananların, hırsına yenik düşüp kendi güruhuna iktidar olup refah kapılarını aralayanların coğrafyasıdır.
Bu coğrafyanın kuzey yarısı, 20 Temmuz 1974’ü barış ve özgürlük bayramı olarak kutlayacak olan “muhalefetin” vaatleriyle umut aşılayanlarındır.
Fikir beyan etmenin, düşünce açıklamanın, siyaseti eleştirmenin bile “iyi insan olmakla” karıştırıldığı bir yerdir burası. Oysa düşünmek, sorgulamak bir ahlak meselesinden çok, icabında bir varlık biçimidir. Fakat kimileri değişim talep eden her sesi bir “taraf seçme” zorunluluğuna itiyor.
Güçlünün yanında durmayı, kurtarıcı aramayı bir tür güvenlik sayıyor. Böylece konuşmayı bile suç sayan bir zihniyet doğuyor; haksızlığa uğrayan, hakkını aradığı için suçlu ilan ediliyor.
Taşıma nüfusa hizmet etmek ve onlara hak kazandırmak için yarışa girenler; Akdeniz’in cennet adasında, dertsizlerin dert edinerek, derdinden dert çıkararak her şeyi bir “dert performansı”na dönüştürerek kandırıyor bizi gözümüzün içine baka baka. Derdine yananlar değil, yandığına dertlenenler çoğalıyor bu süreçte.
Dünyanın umurunda olduğunu sananlar, sanki dünya onların etrafında dönüyormuş gibi efeleniyor. Bir de “sağlam seviciler” var — iktidarın sıcak kucağına oturmak için gün sayanlar, konforun güvenli gölgesinde yaşayanlar. Bayrak gaylesinden bataklığa saplanmış, “battı balık yan gider” diyerek ağzının tadını bozmayanlar…
Hepimiz insanız ve tutunmaya çalışıyoruz. Herkes bu bütünlüğün içindeyse, beni neden dışlıyorsunuz? Sizin gibi olmadığım için mi? Yalan mı tüm bunlar?
Şekilciler, köşe kapmacılar, hiyerarşik hesap kitapçılar… Ağzı doluyken bile konuşabilme becerisiyle övünenler. Her çiçekten bal alanlar, haktan, hakkın hakkından gelenler… Nereden tutsan eksik, neresine baksan sahte bir parıltı. Yalan, artık sadece bir söz değil; bir sistem, bir refleks, bir yaşam biçimini manipüle etmekte saklı.
Ve biz hâlâ doğruluğu bir “iyi niyet göstergesi” sanıyoruz.
Oysa doğruluk, bazen yalnız kalmayı, bazen dışlanmayı, bazen de cezalandırılmayı göze almak demek. Hiçbir bedel ödemeden, ihmallerin üzerini kapatarak, yalanlarla, tehditlerle, korkutmaca ve caydırma teknikleriyle baş başa kalındığında iç hesaplaşmasından kurtulmak zor kalır.
Ama yine de, bütün yasaklara rağmen, bütün cezalandırmalara inat, hakikatin sesini kısmamak gerekir. Eğer bedel ödemeyi gerektiriyorsa, herkes sırasıyla yaşaması gereken iç hesaplaşmayı yaşamadan uzaklaşamayacaktır kıyıdan.
İki güçlüye yakın, ve tüm güçsüzleri dışlayan bir gerçeklikte, gemi kalktı; o son yolcunun da koca bir hayatı başlamadan bitse de, sessiz bir ölüme sığınmak istese de, ölmeden önce son bir kez gerçeği konuşmayı yeğleyecektir, tüm yalanların ihanetiyle…



