Kıbrıs’ta siyaset, çıkar ilişkilerinin ve dışa bağımlılığın ağır gölgesinde boğuldu. Sessizlik her geçen gün büyüdü. Belki de bu sessizliğin derinliklerinde, henüz fark edilmemiş yeni bir ses yükseliyor da biz duymuyoruz.
Siyasetçiler konuşuyor, gazeteler manşet atıyor, akademisyenler paneller düzenliyor. Ancak tüm bu sesler, kalın bir duvarın arkasında yankılanıyor gibi; gerçek meseleler konuşulmuyor. Eleştirel düşünce susturulmuş, yerini boş ve anlamsız hamaset ile içi boş yalan üzerine kurulu “sol gösterip sağ vurma” işgüzarlığı almış. Ankara’yı sorgulamak cesaret gerektiriyor; bedel ödemeye kimse yanaşmıyor. O cesareti gösteren birkaç kişi ise siyasi manevralarda duyulmadan bastırılıyor, yalnızlığa mahkum ediliyor, tehditlerle yorgun düşürülüyor.
Kıbrıs’ta işlerin özeti açık: Sorgula ama yine de oy ver, hiçbir şeyin değişmeyeceğini bilmene rağmen destekle ama sus, bedel ödeme ve boş beklentilere gir. Yeter ki ekonomi dönsün, sistem aksamasın, yeter ki ağzımızın tadı kaçmasın.
Oysa, Ankara’dan gelen paraya ya da Brüksel’den koparılacak fonlara bağlı olmak istemeyen; kitleler tarafından bu döngüyü sonlandırma çağrısı yapabilecek, bu düzenden beslenmeyi bir sona getirmek isteyecek ve eyleme geçme iradesine sahip kaç kişi var? Halk yok, irade yok, geleceğe dair ortak bir vizyon yok. Sadece çıkarlar konuşuluyor.
Artık siyasi modeller değil, zihinsel esaret hakim ve bu tartışılmalı. Federasyon isteyen var, iki devlet diyen var ama sağlam bir zemin yok. Bu tartışmalar dün vardı, yarın da olacak.
Ama esas mesele başka yerde: Halkın geleceği, dış güçlerin jeopolitik hesaplarına ve yerel siyasetçilerin ego savaşlarına feda edildi, edilmekte.
Ne yazık ki bazıları, sistem içindeki küçük hamlelerle büyük değişimler yaratacaklarını sanıyor. Oysa bu siyasi gerçeklik değil; sadece kişisel egonun yansıması. Duygusal ve egoya dayalı atılımlarla memleket yönetilir mi? Değişir mi?
Dünya bu küçük entrikaları sadece izliyor, üstelik gülerek.
Ve sonra, adanın üstüne soğuk bir fısıltı düşüyor: “Ölmüşsünüz, ağlayanınız yok.”
Kararlar dışarıda alınıyor, içeride sadece bir sahne kuruluyor. Halk izliyor, susuyor; konuşan az sayıda insan ise yalnız kalıyor. Çünkü karşısında ne gerçek bir muhalefet var ne de değişim arzusu.
“Çok kültürlülük” adı altında süslenen vitrin, gerçek eşitlikten uzak. Eşitlik ve ‘equity’ kavramı; yani herkese aynı şeyi vermek yerine farklı ihtiyaçlara göre adil fırsatlar sağlamak… Farklı olana nefes alacak alan tanımadan, herkesi kucaklayan, herkesle birlik olma çağrısı veren bir ilüzyonda; halkı kandırmayı alışkanlık ve siyasi propaganda haline getirmiş, işgal altında olan bir yerde çok kültürlülükten bahsetmek mümkün müdür?
Hayatlarımız, sahip olmadığımız bir binanın üstüne kurulmuş. Biz ise hâlâ bu temeli çürük yapıyı, makyaj yaparak ayakta tutmaya çalışıyoruz. Radikal bir değişim isteği yok; hatta bu fikre karşı bilinçli bir direnç var. Kimse samimi olarak köklü bir değişim istemiyor; taşları yerinden kısmen oynatmaya cesareti olanlar da çok az.
Bunun altında yıllardır süren bir inkâr yatıyor. Kısacası burada hiçbir derin ve dönüştürücü zemin yok.
Peki, kim konuşacak? Kim çıkıp “Artık yeter” diyecek? Kim Ankara’ya, dünyaya karşı halkın iradesini savunacak? Kim müzakere masasına suçlamalar ve süslemeler, çıkarlar için değil, gerçek barış ve köklü çözüm için oturacak? Kim siyasi, ekonomik ve kişisel bedelleri ödemeye razı olacak?
Şimdilik kimse…
Ve bu soru sadece adada yaşayanlarla sınırlı kalmıyor. Diaspora içerisinde, dünyanın dört bir yanına dağılmış Kıbrıslılar da bu toprakların geleceğinin sahibi değil mi? Onların da sesi duyulmalı; onlar da karar süreçlerine katılmalı. Çünkü diaspora, köküyle bağı kopmamış, gözlemleyen, sorgulayan ve sabreden bir güç.
Çünkü bu yalnızca Kıbrıs’a özgü değil. Doğu Akdeniz’in dört bir yanında aynı sessiz ittifaklar, aynı karşılıklı bağımlılıklar var. Kimse kendi konfor alanını bırakıp devrim başlatmak istemiyor.
Ama belki -sadece belki- bu sessizliğin içinde başka bir şey filizleniyor: Gözlemleyen, sorgulayan, sabreden ama unutmayan bir nesil.
Ve bir gün onlar kalkıp şöyle diyebilecek mi: “Artık sizin oyununuza katılmayacağız. Bu, bizim geleceğimiz.”
İşte o gün gerçekten bir şey değişebilecek mi?
Ya da öleceğiz ve ağlayan tek bir kişi kalmayacak potansiyelini göz göre göre kullanamamış, kaybetmiş bu halk için…