Avrupa Birliği’nden geri çevrilen tarım ürünleri listesinde Türkiye’nin üst sıralarda yer alması son aylarda gündemden düşmez oldu. Ürünlerin büyük çoğunluğu, AB pazarına girebilmek için gereken ihracat standartlarını karşılayacak şekilde üretildiği varsayılan ihracatçı firmalardan geliyor. Buna karşın sorumluluk, çoğu zaman tarlaya, çiftçiye, yani gıda sistemindeki en savunmasız halkaya yükleniyor.
Bu noktada tabağındaki zehirleri dert eden herkesin şunu anlaması gerekiyor: pestisitten kurtulmanın yolu sebzeyi meyveyi şöyle ya da böyle yıkamaktan değil, gıda sistemini değiştirmekten geçiyor. Ancak gıda sistemi kendi kendine değişmeyecek. Bu konuda bugünden yapabileceğimiz şeyler üzerine kafa yorabilir, elimizi taşın altına koyabiliriz. Bu zehirlerin tabağımıza ulaşmasına izin veren sistemin, tohumdan itibaren her bir aşamasındaki, karar verici her bir aktörü sorgulamakla başlayabiliriz.
Tarım politikalarını takip eden herkes bilir, tarımda kullanılan tohumlar, kimyasallar ve üretim teknolojilerinin büyük bölümü birkaç küresel devin elinde. Bayer, Syngenta, Monsanto gibi şirketler yalnızca girdileri üretmekle kalmıyor; aynı zamanda bu girdilere bağımlı, kimyasal yoğun bir üretim modelini de dayatıyor.
∗∗∗
Bu şirketler öylesine güçlü ki, tarlasında patentli tohumu izinsiz kullandığı iddiasıyla bir çiftçiye dava açma cesaretini gösterebiliyor. Keza hukuk bile bu şirketlerin çıkarlarını koruyacak şekilde şekilleniyor. Örneğin Monsanto’nun Kanadalı çiftçi Percy Schmeiser’a açtığı davada, rüzgarla tarlasına taşınan patentli tohumlar yüzünden çiftçi suçlu bulundu. Doğal işleyiş bile, çiftçiyi değil şirketi haklı çıkaracak biçimde yorumlanabiliyor.
Buna karşılık, çiftçilerin ya da tüketicilerin bu şirketlere açtığı davalarda tablo çok farklı. Örneğin Roundup adlı yabani ot ilacında kullanılan glifosatın kansere yol açtığı gerekçesiyle ABD’de Bayer’e karşı binlerce dava açıldı. Türkiye’de de Çiftçiler Sendikası’nın müdahillik talebinde bulunduğu bir dava söz konusu. Bazı davalar şirketlerin tazminat ödemesiyle sonuçlansa da, Roundup gibi ürünler piyasadan tamamen çekilmedi.
Dahası, bu “bitki koruyucuların” insan sağlığı üzerindeki etkilerinin ötesinde, çiftçileri piyasa bağımlılığına sürüklediği de unutulmamalı. Fatih Özden’in Kırlardan Gelecekler kitabında yer alan “Gıda Egemenliği Mücadelesinde Bir Praksis ve Toplumsal Hareket Olarak Agroekoloji” başlıklı yazısında vurguladığı gibi, yüksek girdi maliyetleri ve borç sarmalı Hindistan’da yüz binlerce çiftçi intiharına yol açtı.
Nihayet neyin suç neyin hak olduğu konusundaki bu ikircikli tabloda Avrupa’da yasaklı bir kimyasal pekala Türkiye’de serbestçe kullanılabiliyor. Ancak aynı zamanda Avrupa’dan geri çevriliyor. Üstelik bu durum yalnızca ihracat yapan üreticileri değil, iç piyasada bu ürünleri tüketen milyonlarca insanı da etkiliyor.
∗∗∗
Yani, her ne kadar sorumluluk çoğunlukla çiftçilerin üzerine yıkılsa da, mesele tarlada başlayıp bitmiyor. Bu sürecin arkasındaki asıl aktörler, şirketler ve kamu otoritesi çoğu zaman görünmez kalıyor. Pestisitleri üreten, pazarlayan ve kullanımını yönlendiren şirketlerin; denetlemekle yükümlü kamu kurumlarının da bu zincirdeki yerini sorgulamak gerekiyor.
Asıl sorulması gereken sorular şunlar: Bu pestisitler nereden geliyor? Kim satıyor? Neden hala kullanılmasına göz yumuluyor? Nasıl oluyor da Avrupa Hızlı Alarm Sistemi (RASFF) verilerine göre, Türkiye, 2024 yılında pestisit kaynaklı bildirimlerde 139 bildirimle Hindistan’ın ardından ikinci sırada yer alıyor? Denetimlerin gerçekten odaklanması ve değiştirmeyi hedeflemesi gereken yer burası, bu üretim biçiminin neden sürdürüldüğü olmalı.
Pestisit kullanımı, hem insan sağlığı hem de çevre açısından ciddi tehditler oluşturuyor. Patent hakkı kadar yaşam hakkının da korunması gereken bir sistem kurulmadan, ne ihracat güvence altına alınabilir ne de toplumun sağlığı. Bu çerçevede ihtiyacımız olan şey gıda sisteminin değişmesi; neyin nasıl üretileceğine ve dağıtılacağı karar mekanizmasına çiftçinin, köylünün, tüketicinin de iradesiyle katıldığı bir sistem kurmaktır.