Uluslararası düzenin yeni bir süper güç kutuplaşmasına gittiğini ve bu ‘ikinci soğuk savaş’ın sadece ideolojik üstünlük değil, yeni gelişen teknolojilerin üretim ağları ve tüketici pazarlarına hakimiyet için verildiğini ne zamandır gözlemliyoruz. Trump’ın gümrük vergilerine karşılık Çin’in ABD ve müttefiklerine ihracat yasağı getirmesiyle anlaşıldı ki, bu sanayileşme rekabetinin iki ana ayağı, tüm elektronik araç gereçlerin muhtaç olduğu çipler ve onların yapımına katkıda bulunan mıknatıslar için gerekli olan işlenmiş nadir toprak elementleri. ABD, küresel çip üretim ağlarına hakim ve Çin’i çiplerden mahrum bırakarak bu yeni ekonomik ‘soğuk savaş’ta öne geçmeye çalışıyor. Buna karşılık Çin, nadir toprak elementlerinin işlenmesi konusunda dünyada neredeyse tekel durumunda ve mıknatısların ABD, AB gibi gelişmiş ekonomilere ihracatını kısarak otomativ sektörü, yeşil teknoloji sektörleri gibi alanları felce uğratarak kendisinin vazgeçilmez olduğunu göstermeye çalışıyor.
Çip-mıknatıs (maden) yarışına ek olarak düşünebileceğimiz üçüncü bir boyut da savunma sanayi. Savunma sanayi, yani silahlanma teknolojisi, jeopolitik öneminin yanı sıra teknolojik gelişmelerde inovasyonun en önce yaşandığı sektörlerden biri. Askeri amaçlarla geliştirilen teknolojiler zaman içerisinde sivil kullanıma da sokuluyor. Örneğin, internet ilk önce askeri kullanım için geliştirilmişti. Yani, savunma sanayine yapılacak yatırım uzun vadede yukarıda bahsettiğimiz teknolojik üstünlük yarışına da katkıda bulunuyor. Hem askeri hem de ticari uygulamalarda kullanılabilecek potansiyeli olan yazılım ve teknolojilere “çift kullanımlı ürünler” deniyor ve özellikle siber güvenlik gibi gayrinizami savaş tekniklerini içeriyor.
Çift kullanımlı teknolojilerin geliştirilmesi için süper güçler askeri ve sivil teknoloji kurumlarının koordineli çalışmasını sağlamaya çalışıyor. Buna ilk örnek ABD’nin (ilk) Soğuk Savaş döneminde geliştirdiği askeri-sınai blok. Çin, 2018 yılında Çin’in sivil-askeri bütünleşme adlı bir strateji geliştirerek üniversiteler, özel sektör ve kamu kurumları arasındaki iş birliğini artırarak, özellikle yapay zeka, kuantum teknolojileri, uzay ve biyoteknoloji gibi alanlarda elde edilen yenilikleri doğrudan askeri kapasitesine entegre etmeyi amaçladı. O zaman Çin’i, bilimi siyasete alet etmekle suçlayan AB bugün Trump’ın NATO’dan çıkma tehdidi sonrası kendi savunma sanayisini geliştirmek için hazırladığı yeni savunma pusulası belgesinde özel sermayeyi ulusal ya da AB ölçeğindeki ordulara savunma teknolojileri geliştirmeye davet ediyor.
Yeni teknolojilerin gerek füze, radar gibi geleneksel teknolojilerde gerekse siber güvenlik alanında askeri amaçlara hizmet edeceğinin öngörüldüğü bu günlerde, NATO yıllık toplantısını tamamladı. ABD, Trump’ın tehditlerine rağmen, NATO’dan çıkmadı ama askeri bütçelerini arttırma ve özellikle Rusya’ya karşı bölgesel savunma için ABD’den medet ummama konusunda NATO’nun Avrupalı üyelerine baskı uyguladı. Bunun sonucu olarak, İspanya dışındaki tüm üyeler savunma bütçelerini yüzde 5’e kadar çıkarmayı taahhüt ettiler. Bu taahhüdün arkasında ABD’yi NATO’da tutma çabası kadar orta vadede bütçe artırımının AB’nin kendi savunma kapasitesini güçlendirerek daha bağımsız bir askeri politika izleyebilmesi için gerekli olduğu düşüncesi var.
AB’nin kendine yeterli bir askeri güç olabilmesinin önündeki en büyük engel, üye devletlerin ulusal çıkarlarının uyuşmaması. Ancak, bu taahhüt yine de küresel bir yeniden silahlanma yarışının habercisi olarak algılandı. Aynı dönemde, İsrail ve İran gibi iki gücün savaş halinde olması ve ABD’nin de kısmi olarak bu savaşa dahil olması nükleer caydırıcılık prensibini yeniden gündeme getirdi.
Geçen hafta Çin’in Ortadoğu’daki savaşlarda güçlü bir diplomatik ara buluculuk çabası gösteremediğini gözlemlemiştik. Her ne kadar Çin bölgeyi çatışmalara çözüm bulacak kadar bilmese de, bölgede son yıllarda artan ekonomik varlığının ondan siyasi beklentileri de arttırmış olduğunu bu vesileyle görmüş olduk. Bu savaştan kısa bir zaman önce Çin, “yeni bir dönem için yeni bir savunma stratejisi” adını verdiği bir askeri belge yayımlamıştı. Bu strateji, uluslararası düzenin gittikçe artan bir belirsizliğin içinde düştüğü ve bu ortamda gayrinizami savaş taktiklerinin geleneksel askeri yöntemleri yetersiz kıldığı tespitini yapıyor; ve bu nedenle, Çin’in yeni dönemde tüm toplumsal güçleri seferber edeceği bir ‘bütüncül savunma’ hali içinde olacağını açıklıyor.
Bu iddialı strateji belgesinin ardından ABD’nin İran’ın nükleer tesislerini bombalaması, uluslararası kamuoyuna Çin’in de bir nükleer güç olduğunu hatırlattı. Bunun genelde daha arka planda kalmasının nedeni, Çin’in nükleer silahları asla ilk kullanan olmama prensibini her fırsatta tekrarlaması. Yani Çin, ‘barışçıl biraradalık’ dış politika prensibine referansla, nükleer silahları sadece ABD gibi rakiplerini caydırmak için elinde bulundurduğunu söylüyor. Ancak, son birkaç yılda Çin’in füzeler gibi geleneksel askeri gücünün teknolojik kapasitesinde değilse de sayısında bir artış olduğu uzmanlar tarafından gözlemlendi. ABD ve diğer NATO üyesi ülkelerin askeri harcamalarının ulusal bütçelerinin ne kadarına tekabül ettiğini aşağı yukarı biliyoruz ama Çin hakkında böyle şeffaf bir bilgimiz yok. Bu durumda, acaba Çin nükleer silahları saldırı amaçlı kullanmama prensibinden de mi vazgeçiyor sorusu gündeme geldi. Devlet başkanı Xi Jinping ve ordu (özellikle hava kuvvetleri) arasında bitmek bilmeyen güç mücadelesi de acaba Xi bu mücadeleden üstün çıkmak için sınırları dışında bir gövde gösterisine kalkışır mı sorusunu gündeme getiriyor. Neyse ki uzmanlar, Çin’in askeri olarak savunma pozisyonundan saldırgan bir süper güce en azından kısa vadede geçmesinin gündemde olmadığına iknalar.
Ancak, bu, küresel askeri güç dengelerinde yeni dalgalanmalar olduğu gerçeğini değiştirmiyor. AB’nin kendi ordusunu kurma ya da başka formatlarda silahlanma kararı alması yeni ve büyük bir pazar açılacağı anlamına geliyor. Bu pazara AB için aktörler kadar İngiltere, Norveç, hatta yüksek teknolojili savunma sistemleri söz konusu olunca Japonya ve Kore, ve tabii ki son yıllarda artan askeri kapasitesiyle Türkiye de talip. Türkiye’nin konumu diğerlerine göre daha ikircikli çünkü demokratik değil ve hâlâ aday ülke olmasına rağmen AB’yle ‘aynı değerleri paylaşan küresel partner’ kriterlerine uymuyor. Zaten, Türkiye içindeki demokratik muhalefet de AB’nin bir kez daha kendi çıkarları için Erdoğan hükümetine ekonomik bir fırsat kapısı açmasını istemiyor. Bu esnada, Türkiye’nin savunma sanayi şirketleri Güneydoğu Asya’da ABD ve Çin arasında seçim yapmak zorunda bırakılan ülkelere üçüncü bir seçenek sunarak askeri teçhizat piyasalarında görünürlüklerini arttırıyor.
Son yıllarda gelişmekte olan ülkeler, hem Çin ve ABD gibi küresel güçler hem de Türkiye gibi bölgesel aktörler arasında bir seçim yapmadan sektörel iş birlikleriyle ulusal çıkarlarını korumaya çalışıyorlar. Gümrük vergileri, ihracat yasakları, yeniden silahlanma ve sıcak savaşların ortasında artan belirsizlikte bu çok kutupluluk devam edebilecek mi?