Dünyada her şey zıtlıklar üzerine kurulmuştur.
Bu zıtlıklar olmasaydı yaşamın olması mümkün değildi.
Nasıl ki elektrikte artı–eksi varsa, canlılar arasında da yaşam döngüsünü devam ettirmek için üremesi fazla olan canlıların besin kaynaklarını yok etmelerini engellemeye yönelik onlarla beslenen ve popülasyonlarını dengede tutan canlılar vardır.
Siyaset de bu zıtlıklar dengesi üzerine kurgulanmış olup, solun karşısına sağ, faşizmin karşısına komünizm, dinin karşısına materyalizm konuşlanmıştır.
Siyasetteki zıtlıklar doğada olduğu gibi evrenin varoluşu ile birlikte değil, insanoğlunun varlığı ile birlikte ortaya çıkan, emek-sermaye çatışmasının bir sonucudur.
Tarih boyunca toplumları yönetme erkini eline geçirip insanları köle işgücü olarak kullananlar ve bu düzeni devam ettirmek için militarizmi, dini ve manevi değerleri araç yapanlar hala daha dünyada egemendirler.
1789 Fransız Devrimi ile temsili demokrasiye geçilmesi, emek-sermaye mücadelesini sona erdirmemiş aksine burjuva egemen sınıf ellerindeki maddi birikimi ve aydınları kullanarak ve halkları uyutarak yönetimlere halk adına egemen olmuşlardır.
Emek kesimi ise yakaladığı fırsattan istifade ederek, sendika ve partilerde örgütlenerek zorlu mücadelelerle bazı haklar elde etse de asla emeğin iktidarını yaratamamıştır.
1917 Sovyet Devrimi emeğin iktidarını kurma adına çok önemli adım olmasına rağmen, sistemin yarattığı statükonun kendini yenilemekten kaçınması ve ABD-Batı ittifakının kara propagandaları nedeniyle 1990 yılında dağılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonunda Sovyetler Birliği ve ABD–Batı İttifakı’nın önderleri Yalta Şehri’nde buluşup, dünyayı kendi etki alanlarına göre paylaşmışlardır.
Bu paylaşım, emek-sermaye mücadelesini, Sovyetler Birliği ve NATO arasında, Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kadar süren ve adına “Soğuk Savaş “ bir dönemi yaratmıştır.
1950’li yıllarda kapitalist sistemin sürdürülmesini sağlamak için yeni liberal sistem önerilerinin arayışı başlamıştır.
Kurgulanan yeni liberal politikaları hayata geçirmek için emek temelinde ideoloji belirlemiş partilerin seçimle hükümete geldiği ülkelerde, askeri darbelerle halkın iktidar olması engellenerek Milton Friedman’cı “yeni liberal” politikalar uygulamaya konmuştur.
Sendikasızlaştırma, esnek çalışma saatleri, emeklilik haklarının kısıtlanması, sağlık ve eğitimin paralı hale gelmesi, örgütsüzleştirme ve özelleştirme adı altında tekelci sistem bu dönemde yürürlüğe konmuştur.
Kapitalizmin kurtuluş yolu olarak görülen bu sistem 1990 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte dünyada tek egemen sistem olmuştur.
Bu sistemin özünü, tarihsel süreç içinde, dünya sermayesini ve üretim araçlarını ele geçiren ABD-İngiltere orijinli Yahudi kökenli bir grup insan, şirket görünümü adı altında dünya siyasetini yönlendirmektedir.
Küresel güçler olarak tanımladığımız ve tarihin her döneminde varlık gösteren bu yapı, kendine hizmet etmek için ülkelerde iktidar yaptıkları politikacıları kullanarak dünyaya şekil vermektedirler.
Küresel güçler, kendi çıkarları temelinde hareket ederek ve uzun süreli planlarla dünyaya şekil vermektedirler.
İdeolojiler, sağ-sol, dini, mezhepsel ve etnik farklılıklar onların kullandığı en yaygın siyaset araçlarıdır. Bu araçları zıtlıklar yaratarak insanları yönetmek için başarı ile kullanmaktadırlar.
Örneğin, İran’da halk oyu ile iktidar gelip petrolü millileştiren Muhammed Musaddık’ı deviren askeri darbeyi bu güçler yapmıştır.
Onun yerine kendilerine hizmet eden İran Şah’ı Rıza Pehlevi’yi iktidara getiren yine onlardır.
Sol güçlerin yükselişini engellemek için Orta Doğu halklarına yönelik hazırladıkları “Yeşil Kuşak Projesi’nin” ilk uygulaması olarak Paris’te korumaları altındaki Ayetullah Houmeyni’yi, Şah’ın yerine iktidara taşıyan yine onlardı.
Şimdi ise misyonunu dolduran “Molla Rejimini” ortadan kaldırmak için İsrail’i onların üstüne sürüp desteklemek için sahneye çıkanların yine onlar olduğunu görmekteyiz.
Kural “görevini tamamlayan veya verilen görevi tamamlayamayan gider” anlayışı üzerine kuruludur.
Kıbrıs özelindeki gelişmeleri de bu açıdan değerlendirmekte yarar vardır.
Olaylara sadece etnik temeldeki bir iktidar ve egemenlik savaşı olarak yaklaşmak çok yanlış bir değerlendirmedir.
Kıbrıs’taki toplumsal çatışmaları yaratmak için kurulan EOKA ve TMT yeraltı örgütlerini kurup, maddi destek sağlayanlara baktığımızda, altından NATO’nun her ülkede oluşturduğu gayri nizami harp örgütlenmesinin çıktığını görürüz.
EOKA’ya karşı onun zıddı olan TMT aynı odakların eseridir.
Özellikle TMT kurulurken, Kore Savaşı’na katılıp, özel harp eğitimi almış öğretmen yedek subayların halk eğitim öğretmeni olarak adaya gönderilmesi, ABD’nin işin içinde olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bununla birlikte adaya egemen olan İngilizlerin TMT kadrolarına eğitim veren bu Türkiyeli subaylara göz yumdukları bilinmeyen değildir.
Bu gerçekler ışığında, EOKA ve TMT’yi kurup iki toplumu çatışmaya iten, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran,1963’teki çatışma ve ayrılığı teşvik eden, 1974’te Makarios’a askeri darbe düzenleyip, Türkiye’nin adanın yüzde 37’sini ele geçirmesine göz yuman, Birleşmiş Milletler aracılığı ile bize çözüm planları sunup çözümcü proje örgütlerini maddi fonlarla destekleyenler ayni güç odaklarıdır.
Kıbrıs’ta çözüm şu anda dünya siyasetini belirleyen küresel güçlerin çıkarlarına hizmet edecek çerçevede bulunacaktır.
Önemli olan ülkemizin çıkarları ile bu odakların çıkarlarını örtüştürecek açılımın ne zaman ortaya çıkacağıdır.
Herkesin eleştirdiği Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Nicos Christodoulides’in, küresel güçlere yakınlaşarak ittifaklar yapması, Gazze’de soykırım yaptığını bildiği halde İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile kucaklaşması rastlantı olmasa gerek.