Orta Asyalı Türki cumhuriyetlerin Kıbrıs Cumhuriyeti nezdinde diplomatik ilişkilerini ileri bir düzeye yükseltme kararı, Kıbrıs’ta iki devletli çözümün zorluklarını yeniden ortaya sermesi bakımından önemlidir.
Türki cumhuriyetlerin bu tutumu, bu zorlukların sadece bir tanesini su yüzüne çıkarmıştır. Kıbrıs’ın AB üyeliği, Birlik’le ilişkilerini kurumsallaştırmaya çalışan Türki Cumhuriyetleri böyle bir adımı atmaya yönlendirmiştir. Ama bunun dışında, KKTC’nin bağımsız bir devlet olarak tanınması veya iki-devletli bir çözümün peşinde koşulmasını akamete uğratacak olan daha da önemli zorluklar vardır.
Bu zorluklara neden olan koşulları görmeksizin, KKTC’nin tanınmasını Türkiye hükümetlerinin arzusuyla, muhatapların (son örnekte bunlar Türki cumhuriyetler) kötü niyetiyle ya da tanıtma çabalarının etkinliğiyle ilişkilendirmek, bu tutumda olanları çıkmaz sokakta debelenmeye mahkum etmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin seçilmiş hükümetleri, diğer devlet kurumlarından farklı olarak, KKTC’nin tanınması veya Kıbrıs sorununun iki devletli modele dayanarak çözümlenmesinin mümkün olmadığını fark etmişlerdir.
1980 askeri rejiminin seçimler sonunda sonlandırılarak, sivil yönetime izin verildiği anda, iki devletli çözüm modelini dayatmak amacıyla, geçiş dönemi içinde ilan edilen KKTC, TC tarafından derhal tanınmıştı. Ama dönemin başbakanı Turgut Özal, bu adıma rağmen, KKTC’nin tanınmasının önündeki engelleri fark ederek görüşme masasına oturulmasından yana hızlı bir tutum almıştı. TC’nin diğer hükümetleri de buna benzer yaklaşım içinde hareket etmekteydi.
Kıbrıs’a askeri müdahaleye karar veren CHP genel başkanı ve başbakan Bülen Ecevit, müdahalenin ardından gündeme getirilen bağımsız Kıbrıs Türk Devleti ilanı girişimlerine kamuoyu önünde karşı çıkmış, böyle bir adımın atılmasının Türkiye ve KıbrıslıTürkler için olumsuz sonuçlar doğuracağını vurgulamıştı.
Ayni Bülent Ecevit, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin çözümden önce AB üyesi olmasına karşı çıkarak, 1990’lı yılların ikinci yarısında, Rauf Denktaş’ın ısrarlı girişimleri sonucunda ve bu yönde atılan adımlara engel olmak amacıyla, federasyon tezinden vazgeçerek, konfederasyon yani iki devletli çözüm modelini ortaya atmıştı.
Ecevit hükümetinden sonra iktidara gelen AK Parti hükümeti, devlet kurumları içinde etkili olan ‘iki-devletli çözüm’ yanlılarının karşı çıkışlarına rağmen Kıbrıs’ta federal bir devlet çatısı altında çözüme yeşil ışık yakmıştı.
Erdoğan liderliğindeki AK Parti bu tutumunu 2017 yılına kadar sürdürmüştü. Crans Montana zirvesinden sonra, adım adım federasyon modelinden uzaklaşan Erdoğan yönetimi, artık çözümün Kıbrısta iki devletin tanınmasıyla mümkün olabileceğini etkili bir şekilde gündeme getirmeye başlamıştı.
Önce, Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin yerleşmiş parametreler reddedilmiş, müzakerelerin ancak iki devlet arasında ve Kıbrıs’taki bölünmenin yasallaştırılması amacıyla yapılabileceği ilan edilmişti. Hem Türki cumhuriyetler hem de İslam ülkeleri nezdinde KKTC’nin tanınması yönünde girişimlerde bulunulmuştu. Erdoğan’ın BM Genel Kurulu’da üye devletleri KKTC’yi tanımaya davet etmesiyle doruk noktasına çıkarılan bu çabalar Türkiye’ye karşı şüphelerin artmasından başka bir sonuç üretmemişti.
Erdoğan bu tutumuyla AB’yi blok olarak karşısına almıştır. Ama Kıbrıs’taki bölünmeyi kalıcılaştırma çabalarının en önemli sonuçlarından birisi, Batı’nın Doğu Akdeniz bölgesinin güvenliği konusunda Kıbrıs Cumhuriyeti’ne, boyutu sürekli genişleyen bir rol verme eğilimine girmiş olmasıdır. İsrail-Hamas savaşı bu eğilimi hızlandıran önemli bir gelişmedir. Ayrıca, Süriye’de Türkiye’nin oynamak istediği rol ve İsrail’in bölgesel etkinliği, Erdoğan’ın Kıbrıs’taki hesaplarını daha dikkatlice gözden geçirmesine yol açmaktadır.
Erdoğan’ın liderliğindeki Türkiye, iki devletli çözüm dayatmasının bu düzeyde olumsuz bir durum yaratacağını, uğraşmak zorunda olduğu cephelerde zaafiyetlere yol açabileceğini öngörememiştir.
Bunun sonucunda, Erdoğan, Yunanistan’la yeniden kurulan diyaloğun önemine inanarak müzakerelere giden yolu açmak için planlanan Cenevre zirvesine katılıma sessizce onay vermiştir.
1974’ten bu yana iki devletli çözümü ilerletme konusunda gösterilen çabaların, Erdoğan ve AK Parti hükümeti döneminde doruğa çıkarıldığını söylemek abartı sayılamaz.
Erdoğan ve AK Parti ideolojik eğilimleri bakımından, Kıbrıs’ı fethetmekten söz eden N. Erbakan geleneğin bir temsilcisidir. KKTC’nin önce birkaç devlet tarafından tanınması ve ardından demografisi zaten zamanla dizayn edilmiş Kıbrıs’ın kuzeyinin bir referandum yoluyla Türkiye’ye ilhak edilmesi bu kesimlere oldukça cazip gelmektedir.
Ama Erdoğan yönetimindeki Türkiye bu senaryonun gerçekleşemeyeceğini artık kavramış görünüyor. Bu kavrayışın ardında bazı nedenler olmalıdır:
- Kıbrıs’ın uluslararası statüsü 1960 yılında bağımsızlıkla oluşturulmuş ve Enosis amaçlı darbe ve Türkiye’nin askeri müdahalesi de dahil çeşitli badirelerin ardından, 2004 yılında gerçekleşen AB üyeliğiyle konsolide edilmiştir. Müstakbel iki toplumlu, iki bölgeli federal bir Kıbrıs devleti bu konsolidasyonun bir parçasıdır. Bunu ancak global bir askeri-siyasi güç savaş yoluyla değiştirmeye kalkışabilir. Türkiye için bunun mümkin olmadığını anlamak çok zor değildir.
- Türkiye’nin 1974 askeri müdahalesinin amacı, darbeciler tarafından bozulan ‘anayasal düzenin yeniden tesis edilmesi’ ve özellikle KıbrıslıTürkler açısından ortaya çıkması muhtemel olan güvenlik sorunlarının giderilmesi olarak ilan edilmişti. Uluslararası toplum bu nedenle darbecilere karşı askeri güç kullanılmasının bir ‘ihtiyaç’ olduğu tezini anlayışla karşılamıştı. Ama derbecilerin çekilmesinden sonra makul bir süre içinde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğüne ve egemenliğine saygı gösterilmesi de BM GK tarafından talep edilmişti. Bunun aksine davranılarak, 1974’te ortaya çıkan fiziki bölünmeyi, Kıbrıs’ta ikinci bir devletin kurulmasına zemin olarak kullanmaya kalkışmak dün olduğu gibi bugün de mümkün görünmemektedir.
- Kıbrıs’ta, Türkiye’nin askeri müdahalesiyle ortaya çıkan fiziki bölünme bir ateşkes anlaşmasıyla dondurulmuş olup bunun nihai çözüm anlamına gelmediği ve gelemeyeceği ilgili BM Güvenlik Konseyi kararlarıyla ilan edilmiştir. Türkiye hem uluslararası sistem içinde kalmayı hem de Kıbrıs’ta bölünmeyi teşvik etmeyi ayni anda uzun süre savunamaz.
- Kıbrıs’ın gelecekteki statüsünü sadece BM GK kararları değil, ayni zamanda iki toplum liderleri arasında varılan anlaşmalar da belirlemektedir. Uluslararası toplum tarafından desteklenen bu anlaşmalar 1977 yılında Makarios-Denktaş uzlaşmasıyla başlamış ve daha sonra hemen hemen tüm KıbrıslıTürk liderlerin benzer yaklaşımlarıyla devam ettirilmiştir. Şimdi bu uzlaşmaların dışına çıkarak KıbrıslıRumları iki ayrı devlet modeline ikna etmek, tüm KıbrıslıTürkler bunu talep etse bile, mümkün görünmüyor.
- Türkiye açısından Kıbrıs’ın stratejik önemine yapılan atıflar, KıbrıslıTürklerin çeşitli vesilelerle ortaya koyduğu federal çözüm ve AB içinde yer alma iradesinin üstünde sayılamaz. Ayni şekilde Kıbrıs’ın kuzeyinin Türkiye’ye ilhak edilmesiyle sonuçlanacağı herkes tarafından ayan-beyan olan iki devletli çözüm modeline, KıbrıslıRumlar kabullense bile, KıbrıslıTürklerin onay vermeyeceği çok açıktır.
İki devletli çözüm modeli önünde bu kadar ciddi zorluklar varken, savunucularının konuyu Türki cumhuriyetlerden kaynaklanan bir sorun olarak ileri sürmesi, Türkiye’nin satılmasından bahsetmesi, Türkiye hükümetlerini KKTC’nin tanınması yönünde yeterli çabayı göstermemekle suçlaması ya da tanıtım faaliyetlerine yeterli kaynak ayrılmamasından dem vurması, Kıbrıslı Türkleri oyalamaktan başka bir anlama gelmiyor.