Eski Sovyetler Birliği ülkelerinde pek çok apartmanın girişinde çeşit çeşit levhalara rastlarız. Üzerinde genelde bir isim, bir portre ve bir paragraflık bir metin bulunur. Toplumda iz bırakmış sanatçıların, sporcuların, edebiyatçıların, devrimcilerin, bilim insanlarının yaşadıkları evlerin girişine yerleştirilmiştir bu levhalar.
Bir insanı anmanın türlü yolu var. Şüphesiz mekan ile hatırlamak da bu yollardan biri. Fakat her zaman yerleştirilen değil; bazen de sökülen anıtlar bizi o insanın hikayesine götürüyor.
Sovyetler Birliği yurttaşı Ukraynalı Film Yönetmeni Larisa Şepitko’ya (1938-1979) ait Ukrayna-Lviv’de bulunan anıt geçtiğimiz günlerde yerinden söküldü. Pek çok ödüle sahip Şepitko, Sovyetler Birliği sinema tarihindeki belki de en başarılı yönetmenlerden biriydi.
Kaldırılan levha, Sovyetler Birliği’ni çağrıştıran diğer eserlerin de bulunduğu ‘terör müzesine’ götürüldü. Ukrayna yönetimi uzun bir süredir, Sovyetler Birliği’ni anımsatan türlü anıtları yerinden sökmekle uğraşıyor. Geçmişin mirasıyla verilen savaş, Ukrayna’daki milliyetçilerin ve aşırı-sağcı ırkçı grupların takdirini topluyor.
Fakat bugün sökülen levha ne bir ‘etnik Rus’a ne Bolşevik bir devrimciye ne bir Sovyet askerine ait… Şepitko, Doğu Ukrayna’da bulunan Artemovsk (ya da bugünkü adıyla Bakhmut) doğumlu, Ukraynalı bir film yönetmeni. Fakat daha sonra Lviv’de yaşar, okuluna bu kentte devam eder.
Peki bir yönetmen -üstelik Ukraynalı- Lviv yerel yönetimini bu kadar öfkelendirecek ne yapmış olabilir? Kim bilir, belki Nazi saldırganlığı hakkında tarihe geçen filmleri rahatsız etmiştir.
Şepitko’nun 1977 yılında yayımlanan başyapıtı The Ascent yani Tırmanış bize çok farklı bir İkinci Dünya Savaşı filmi sunar. Altın Ayı Ödüllü film, iki Sovyet partizanının başından geçenleri ele alır. Fakat bu ‘savaş’ filmi, patlayan tüfekler ve aksiyon dolu sahneler içermez. Onun yerine savaşın gündelik yanlarına ve insanın iç dünyasına odaklanır. Filmde kahraman askerler kadar Nazi iş birlikçileri vardır. Savaşın toplumu nasıl yozlaştırabildiğini son derece sade bir şekilde izleyiciye gösterir.
Tırmanış gibi Sovyet ‘savaş’ filmlerinin en büyük farkı da budur zaten. Hollywood’dan alıştığımız üzere önüne geleni pataklayan kahraman alfa askerin fantastik savaş maceralarını değil, bir insanın gündelik hislerini bulabiliriz o filmlerde. Sovyet sinemasında çoğu zaman savaşın ‘çatışma anı’ -gerçek savaşlarda olduğu gibi- bir dekora dönüşüyor. Şepitko’nun kendi gibi yönetmen eşi Elem Klimov’un 1985 yılında yayımlanan Come and See yani Gel ve Gör filmi de bu kategoride değerlendirilebilir.
Savaş filmlerindeki yaklaşım farklarının pek çok nedeni olabilir. Ancak en önemli etkenlerden biri hiç şüphesiz Nazi saldırganlığının Sovyetler Birliği’ne getirdiği yıkımın diğer hiçbir ülkeyle karşılaştırılamayacak kadar büyük oluşudur.
Farklı kaynaklardan da doğrulayabileceğimiz üzere, Sovyetler Birliği’nin savaş sürecinde sivil kayıplarda da diğer taraflara oranla çok daha büyük zarar gördüğünü söyleyebiliyoruz. Tam rakamı bulmak imkansız, ancak savaş boyunca Sovyetler Birliği’nde 16 ila 20 milyon sivilin öldüğü belirtiliyor. Buna neredeyse 11 milyonluk askeri kayıpları da eklediğiniz zaman, 1940 yılındaki ülke nüfusunun yüzde 13.7’si savaşta ölmüş demek. Cephenin en sıcak çatışmalarının yaşandığı Belarus ve Ukrayna gibi Sovyet cumhuriyetlerinde ise bu oran çok daha yükseklere çıkıyor. Örneğin Belarus nüfusunun yüzde 25’ten fazlası yaşamını yitirmiştir: Her 4 kişiden biri…
Şepitko da çocukluk yıllarında savaşın ne olduğunu, çevresinde nasıl izler bıraktığını gören milyonlarca Sovyet yurttaşından biridir. Bu deneyim eserlerine de net bir şekilde yansır.
Anlaşılan o ki bugünün Ukrayna yönetimi için Şepitko gibi Nazi saldırganlığından bahseden sanatçılar ‘yeterince Ukraynalı’ değil. Bu sebeple heykeller yıkılıyor, orak-çekiç sembolleri kazınıyor. Fakat tarih denilen şey yalnızca sembollerle var olmaz ki levhalar sökülünce de yok olsun? İşte Şepitko’nun filmleri olduğu yerde duruyor. Antikomünist histeri nöbetleri çoğu zaman absürt olsa da Şepitko’nun ve tüm diğer Sovyet sanatçıların eserlerinin yarattığı etkiyi gölgeleyebilecek güçte değil.
Sözün özü, henüz izlememiş olanlar varsa Tırmanış’ı izlemek için güzel bir hafta!



