“Ey acı! Ey acı!
Yiyip bitiriyor hayatı zaman,
Ve yüreğimizi kemiren,
Göze görünmez düşman,
Bu anlaşılmaz, bu garip düşman
Büyüyüp güçleniyor kanlarımızla,
Durmadan kaybettiğimiz kanlarımızla…”
Düşman – Charles Baudelaire
* * *
Hani bazen dilinizin ucundadır da bir türlü o doğru kelimeyi hatırlayamazsınız.
Ya da bazen ‘ben sizi bir yerden tanıyorum’ halinde olursunuz da bir türlü karşınızdakini çıkaramazsınız.
Bu kez öyle değil.
Bu kez biz, ‘bu filmi yıllar önce izlemiştik’.
Nerede izlediğimizi, nasıl izlediğimizi, filmi kimin yazıp yönettiğini ve kimlerin oynadığını bir tamam hatırlıyoruz hepimiz.
İlk seyirde, senaryonun sonunun nasıl geleceğini kestirememiş olabiliriz.
Fakat şimdi biliyoruz.
Türkiye’de nasıl başladığını ve nasıl bittiğini çok iyi biliyoruz.
Bu film kötücül…
Bu filmin sonu dipsiz bir karanlık!
Ve bu nedenle şimdi mesele, aynı filmin yeniden çekilmesine razı olup, olmayacağımız!
* * *
Adı bilinmeyen bir ülkenin, adı bilinmeyen bir şehrinde geçer, Portekizli yazar Jose Saramago’nun Körlük adlı romanı.
Bir gün kırmızı ışıkta arabasının içerisinde bekleyen bir adam, aniden kör olur. Bu körlük hali önce tedavi için gittiği doktora bulaşır, sonra da bir salgın hastalık gibi tüm şehre yayılır. Hükümetin, eski bir akıl hastanesinde karantina altına aldığı yüzlerce körün, yaşadıkları ‘yoksunluklar’ nedeniyle nasıl ‘dönüştüklerini’, açlık, pislik ve adaletsizlikle sınandıkları bu kötü koşullarla baş edebilmek adına nasıl ‘canavarlaştıklarını’, korku ve panik halinin tüm ahlaki değerleri bir anda nasıl yok ettiğini anlatır yazar.
Bir yanda, ‘yoksunluğu’ fırsat bilerek çaldıkları yiyecekleri paylaşmanın karşılığında ‘kanırta kanırta’ kadınların bedenlerine sahip olanlar, diğer yanda ise bu ‘pisliğin’ içerisinde hayatta kalabilmek uğruna, insan öldürmek zorunda kalanlar…
Hiçbir kahramanın adının olmadığı, herkesin bir sıfatla anıldığı romanda, ‘Korku insanı kör eder’ der genç kız, o akıl hastanesinin içerisinde yaşananların, onları ikinci kez ‘kör’ kıldığını savunurken.
‘Haklısınız, ama biz gözlerimiz görmemeye başlamadan çok önce zaten kör olmuştuk’ diye yanıtlar genç kızı, yaşlı adam…
* * *
Eski köşe yazılarımı karıştırırım ara sıra, zamanın bize unutturduklarını anımsamak adına.
Yine öyle yaptım dün ve 23 Kasım 2019 tarihinde, yani yine bir Cumhurbaşkanlığı seçimi arifesinde, ‘İşgal mi dediniz?’ başlığıyla Yenidüzen Gazetesi’nde yayınlanan satırlarım ilişti gözüme.
Yazının konusu şu; dönemin Başbakanı Ersin Tatar, Türkiye’ye ‘işgalci’ denmesinin özel suç kapsamına alınması için başsavcılığa talimat vermiş.
“1974’ten saymaya başlarsak, 45 yıllık meseledir bu ‘işgal’ tartışması. Evet, çoğunluk siyaset anlayışı hiçbir zaman sevmedi bu söylemi. Söyleyenler hep ‘tu kaka’ oldular, hep marjinalleştirildiler. Gün geldi tehdit edildiler, gün geldi mahkemelik oldular. Gün geldi yuhalandılar ve hatta gün geldi taşlandılar! Sağdan ‘ayar’ aldılar…Soldan ‘ayar’ aldılar… Ama Tatar’a kadar, kimse bu kelimenin kullanımını özel suç kapsamına almayı akıl edemedi bugüne kadar!”demişim, ve sormuşum;
“Nereden icap etti bu şimdi?”
Bugün başörtüsü meselesi nereden icap ettiyse, işgal meselesi de o gün aynı yerden icap etmişti aslında.
O gün Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı üzerinden bir ‘Türkiye’ciler ve Türkiye düşmanları’ ayrıştırması kurgulanıyor, ‘işgal’ söylemi üzerinden bir ‘kışkırtma’ operasyonu sahneleniyor, cepheleri birbirine karşı iyice bileme ve ‘karşı cepheyi’ ‘marjinaller’ girdabına sarmalama uğraşı veriliyordu.
Bugün de başörtüsü meselesi üzerinde aynı şey yapılıyor.
O gün de seçim kazanmak uğruna hem demokrasinin hem de toplumsal huzurun altına dinamit atmaktan çekinmemişlerdi, bugün de çekinmiyorlar.
Ama bugünün dünden farkı şu ki, bir türlü farkına varamadıkları şu ki, yoğurda çalmaya çalıştıkları maya, aynı maya değil.
Kıbrıslı Türkleri LAİSİZM üzerinden bölmek, ‘işgal’ söylemini kullanarak sağcısı ve solcusu üzerinden ayrıştırmaya benzemez.
Çağdaş değerler, modern toplum ve laik eğitim anlayışı, sağcısı için de solcusu için de, siyasi parti rozetine bakmaksızın kırmızı çizgidir.
Korkuyla on yıllardır körleştirilen bu toplumun da elbet gözlerinin açılacağı gün gelecektir.
Ve o gün bugün değilse, ne gündür?