Bugünlerden geriye,
Bir yarına gidenler kalır,
Bir de yarınlar için direnenler!
Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek – Adnan Yücel
Ana muhalefet Cumhuriyetçi Türk Partisi eski milletvekili, Dışişleri eski Bakanı ve gerek 2’nci Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, gerekse 4’üncü Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın müzakere heyetlerinde uzun yıllar bir numara olarak görev yapan Özdil Nami, Cenevre toplantısının yapıldığı geçtiğimiz Salı günü, Kanal Sim’de Mert Özdağ ve Ertuğrul Şenova’nın canlı yayın konuğuydu.
2013-2015 dönemine denk gelen Dışişleri Bakanlığı görevini yürüttüğü sırada, Nami ile Kıbrıs sorunuyla bağlantılı görüş/ifade farklılıklarımız üzerinden bolca gazeteci-siyasetçi uyuşmazlığı yaşamış olsak da, doğru bulduğum açıklamaların hakkını teslim etmenin de, mesleki ahlakın bir gereği olduğuna inanırım.
Siyasi aidiyetine rağmen, şu anda partide herhangi bir resmi görevinin bulunmayışının da muhtemel etkisiyle, Türkiye ile ilişkiler konusunda parti yönetimin tavrına kıyasla ‘cesurca’ bulduğum değerlendirmeler yapan Nami’nin sözleri, uzun süredir bu bağlamda CTP’nin yetkili ağızlarından duymaya alışık olmadığımız türdendi, bence bu önemli. Ancak daha önemli olan, birtakım siyasi hassasiyetler nedeniyle, benzer görüşleri ‘doğrudan’ ifade etmekten imtina eden CTP yönetiminin de, bu cesaretten payını alması.
Gelin önce Nami’nin sözlerinden birkaç satır başı aktarayım:
- “Artık Türkiye’nin bir muhtarlığı gibiyiz – ki muhtar bile seçim zamanı çıkıp düşüncesini konuşur.”
- “Eskiden bizim ne istediğimiz önemliydi, ama artık bir değerimiz yok.”
- “Artık önemli olan başkalarının ne istediği, bizim de uslu çocuklar olarak görünmemiz.”
- “Şimdi eğitime de sirayet eden toplumsal kimlik erozyonu, güvenlik sorunu…”
- “Uluslararası hukukun içine girmediğimiz sürece başka güçlerin altında ezilmeye mahkûmuz.”
Nami’nin bu cümleler içerisinde kullandığı ‘artık, eskiden’ gibi atıflar tartışmaya açık olmakla beraber, genel anlamda bakıldığında tespitlerde bir hata var mı?
Tavandan tabana, CTP’lilerin kayda değer bir bölümünün benzer şekilde düşündüğünü biliyorum, biliyoruz. Yapılan özel sohbetlerde Nami’nin söylediklerinin çok daha beterlerini söylüyor, AKP ile ilgili öfke ve endişelerini dile getiriyorlar. O zaman kamuoyu önünde neden hemen her konuda, her okuyanın kendine yontabileceği türdeki bu ‘orta yolcu’ açıklamalar?
Bunun adını ‘uzlaşmacı tavır ve sorunları diyalog yoluyla çözmek’ olarak koyduğunuzda, uzlaşının ve diyaloğun yolu açılıyor mu gerçekten de?
Uzlaşmak ne demektir?
Sözlük anlamı açık: ‘Aradaki görüş ve çıkar ayrılığını, karşılıklı olarak ödünler vererek kaldırıp uyuşmak, anlaşmak.’
Kelimenin İngilizce sözlük anlamlarından biri ise ‘taviz vermek’.
Peki Türkiye ile ilişkilerimizdeki referanslar ortadayken, yukarıda ifade edildiği anlamda bir uzlaşmanın ve diyaloğun mümkün olduğuna gerçekten inanan var mı?
Tavizin sürekli tek taraflı olarak verildiği gerçekliğin adına ‘uzlaşma’ demek mümkün mü?
Kendi halkının çığlığına dahi kulaklarını tıkayan, onlara ‘eziyeti’ reva gören bir Türkiye Cumhuriyeti iktidarı, bize neden ayrıcalık yapsın ki?
Kıbrıs’ın kuzeyi, Türkiye için bir siyasi projedir.
Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ve Başbakan Ünal Üstel’nin tavla teslim yönetiminde, entegrasyon politikalarının çok daha belirgin bir biçimde ahtapot misali sekiz koldan bizi daha da bir sarar hale geldiği aşikârdır, fakat AKP iktidarının otokratik tavrının Türkiye’deki tırmanışının da aynı döneme denk geldiği gözden kaçırılmamalıdır. Tatar ve Üstel vites düşürmüş olabilir, fakat AKP’nin vites artırdığı da ortadadır. Bugün yaşadıklarımız biraz da bunun sonucudur.
Bir diğer önemli nokta da, Kıbrıs’a dair siyasi projenin, AKP iktidarıyla başlamadığıdır. AKP iktidarının öncekilerden farkı, bunu gayet açıktan ve son derece sert bir şekilde yürütüyor olmasıdır.
Gündemin liste başı konusu başörtüsü meselesine bir bakın.
Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyine ilişkin toplum mühendisliği politikasının önemli ayaklarından biri olan sünni islamlaştırma faaliyetlerinin temelleri çok önceden atılmadı mı bu ülkede?
Bugün bu politikanın yerel komuta merkezi konumundaki ‘Hala Sultan İlahiyat Koleji Eğitim Kompleksi’ denen yapının kurdelesi, 2013 yılında CTP iktidarı döneminde kesilmedi mi?
‘Mecbur kaldık, açılışı elimize patladı’ deyince, sorumluluk sırttan atılıyor mu?
YDP Genel Başkanı Erhan Arıklı’nın 2014 yılında kaleme aldığı bir makalede “Pırıl pırıl bir eğitim yuvası” olarak nitelendirdiği kolejin çatısı altında dönen dolapların basındaki mürekkebi henüz kurumadı.
‘Mecbur kaldık’ ve ‘gönüllü yaptık’ arasındaki ‘ilkesel’ fark, varılan sonuca bakılınca bütün önemini yitiriyor ne yazık ki.
Durum ortada!
Ancak bu son olayın dünkü seyri, zarardan dönebilmenin yolunun nereden geçtiğine dair ders çıkarmak adına değerlidir.
Başta eğitim sendikaları olmak üzere sivil toplum örgütlerinin, siyasi partilerin ve halkın ortaya koyduğu kararlı eylemlilik hali, Başbakan Üstel’i en azından şimdilik geri adım atmaya zorlamıştır. Üstel bunu halkın sesine kulak verdiğinden değil de, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi bir kaos lüksüne sahip olmadığının farkında oluşundan yapmış olsa da, bu direnç halinin meyvesidir bu sonuç. Umalım ki bu bir ‘gaz alma’ manevrası olmasın.
* * *
Maksadım bağcı dövmek değil, üzüm yemektir. Kıbrıslı Türk ilerici güçleri olarak genel bir tanım altında toplamayı tercih ettiğim insanların, entegrasyon politikalarına karşı direnişinin ufak da olsa sonuç verme ihtimali, birliktelikten geçer.
Bir yanda Türkiye’nin tüm ağırlığıyla yeniden sahneye çıkacağından şüphe etmediğimiz seçim müdahalesi, bir yanda tepetaklak olan nüfus yapısı, ancak diğer yanda Ersin Tatar’ın kendinden kaynaklanan sıkıntılar ve UBP içindeki muhalefetin tıpkı önceki belediye seçimlerinde olduğu gibi Üstel’i darbelemek adına örgütleyeceği çarpık ittifaklar, ‘yeter ki Tatar’dan kurtulalım’ görüşü ve dahası…
‘Kırk tilkinin ortada dolaşıp da, kırkının da kuyruğunun birbirine değmediği’ bu puslu siyasi ortamda, Ekim’de kurulacak sandıktan ne çıkacağını kestirmek çok da kolay değil. Ama mesele seçimi kazanmak değildir tek başına. Mesele, kendi bekamız için eğilip bükülmeden, iktidarı sıkıca yakalayacak iradeyi gösterebilmektir. Hepimiz!
Tıpkı Türkiye’ye sokulmayan Kıbrıslı Türkler meselesinde olduğu gibi, başörtüsü meselesinde de ‘temkini’ elden bırakmayıp, ‘projelerin’ esas sahibini değil de, ayakçılığını yapan UBP iktidarını tek sorumlu olarak işaret etmek…
3 Ekim 2016 tarihli Cumhuriyet Meclisi oturumunda ilan edilen ‘FETÖ Darbesini Kınama’ deklarasyonuna imza atıp, AKP’nin İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu üzerinden uygulamaya koyduğu hukuk darbesini, ‘başka bir ülkenin’ iç meselesi olarak niteleyip ‘mesafeli durma’ politikasını savunmak…
Tüm bunlar ilerici Kıbrıslı Türkler’in vicdanını yaralıyor, geniş kesimde CTP’nin olası Cumhurbaşkanlığı dönemine dair endişe yaratıyor.
Mesele Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak değildir tek başına.
Mesele, kendi bekamız için eğilip bükülmeden, iktidarı sıkıca yakalayacak iradeyi gösterebilmektir.
Yenileceksek de bu varoluş mücadelesinin sonunda, gelin hep birlikte, dimdik yenilelim!