diğer yazılar:

Vatandaşlık politikası: Egemenliğin teslimiyeti – Tümay Tuğyan

392 Takipçiler
Takip Et
Orjinal yazının kaynağımediternews.com

Kıbrıs’ın kuzeyinde Bakanlar Kurulu tarafından verilen ‘keyfi’ vatandaşlıklar, kamuoyu vicdanını ciddi ölçüde yaralayan başlıca konulardan bir tanesi.

Meclis dışında bulunan Yeni Kıbrıs Partisi (YKP), Birleşik Kıbrıs Partisi (BKP), Toplumcu Demokrasi Partisi (TDP) ve Toplumcu Kurtuluş Patisi’nin (TKP), ‘Herhangi bir kriter gözetilmeden’ verilen vatandaşlıklara dikkat çekmek amacıyla 2022 yılında sembolik olarak dosyaladığı iki davadan biriyle ilgili yargı süreci, geçtiğimiz hafta başladı.

YKP Genel Sekreteri Murat Kanatlı mahkeme önünde yaptığı açıklamada, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına bu şekilde verilen KKTC vatandaşlıklarının, Kbrıslı Türkler’in egemenliğinin her geçen gün biraz daha Türkiye’ye devredilmesi anlamına geldiğini söyleyerek, “demografik yapının değiştirilmesi ve seçme ve seçilme hakkının ihlal edilmesine karşı yürüttüğümüz mücadele devam edecek” dedi.

Kanatlı konuşmasında, nüfus aktarımı konusuyla bağlantılı olarak uluslararası hukuka da dikkat çekerek, Birleşmiş Milletler Cenevre Sözleşmesi’ni hatırlattı ve ekledi; “Uluslararası hukukun seçmeli uygulanan bir tarafı yoktur, uluslararası hukuka atıfta bulunup herkesin vatandaş olma hakkı var diyorsanız, Cenevre Sözleşmesi de uluslararası hukukun bir parçasıdır.”

* * *

Nedir Cenevre Sözleşmesi?

12 Ağustos 1949 tarihinde imzalanan ve dört ayrı metinden oluşan Cenevre Sözleşmeleri, insana dair hukukun temel belgeleri olarak kabul edilir. Savaş esnası ve devamında esirlerin, sivillerin ve askeri personelin temel haklarının uluslararası standartlarını belirleyen bu sözleşmelerin dördüncüsü, ‘Savaş Zamanında Sivillerin Korunmasına İlişkin Sözleşme’dir.

Sözleşmenin ‘İşgal Edilen Topraklar’ başlıklı üçüncü kısmının 49’uncu maddesi, bireysel veya toplu nakilleri ele alır.

Buna göre ‘işbu anlaşmayla koruma altında bulunan sivillerin, işgal altındaki topraklardan işgalci gücün topraklarına veya başka bir ülkenin topraklarına zorla nakledilmesi, sebebi ne olursa olsun yasaktır’.

Yine aynı maddeye göre ‘işgalci güç, işgal ettiği topraklara bizzat kendi halkının bir kısmını da nakledemez veya tehcir edemez’.

Yani bu şekilde bir nüfus aktarımı, açıktan bir savaş suçudur.

Burada hemen ekleyelim, 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri, Ocak 1953’te Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilip, TC Resmi Gazete’de yayınlanmak suretiyle iç hukuk haline gelmiştir. Yani Türkiye Cumhuriyeti devleti, bu sözleşmelerin tarafıdır, uymak ve uygulamakla yükümlüdür.

* * *

Ateşkes; kaba tabiriyle askeri ve/veya paramiliter güçler tarafından yürütülen şiddet eylemlerinin askıya alınmasıdır.

Kıbrıs adası da 16 Ağustos 1974 yerel saatle 18:00 itibarıyla, yani hemen hemen 50 yıl 6 aydır, bir ateşkes halindedir.

Bırakın sonrasında bir barış anlaşmasıyla kalıcı olarak adaya barışın gelmesini, [çünkü normal şartlarda ateşkesin ardından tarafların bir anlaşma metninin altına imza atarak savaş halini sonlandırması gerekir/beklenir], ateşkesin bizzat kendi dahi, savaşan taraflar arasında resmiyete dökülmüş bir anlaşma olarak vücut bulmamıştır.

Birleşmiş Milletler her iki tarafın askeri kuvvetlerinin o günkü fiili pozisyonlarını dikkate alarak, yaklaşık 180 kilometrelik bir ateşkes hattı çizmiş ve o günden bugüne ada, bu de-facto hatla ikiye bölünmüş bir ateşkesin koşullarında varlığını sürdürmektedir. Yani uzun lafın kısası, savaş hali resmi olarak sona ermiş değildir.

Peki uluslararası topluma göre, adadaki fiili durumun siyasi tanımı nedir?

15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti tek yanlı olarak ilan edilmiş ve bu ilanın ardından bir elçi göndererek Türkiye Cumhuriyeti, KKTC’yi resmen tanıdığını beyan etmiş olsa da, uluslararası hukuka göre Kıbrıs’ın kuzeyindeki yapı, Türkiye’nin alt yönetimidir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), ilgili kararlarında bu coğrafyayı, ‘Türkiye’nin alt yönetimi’ olarak tanımlamaktadır.

Yine uluslararası topluma göre Kıbrıs’ın kuzeyi, 1974 yılında Türkiye tarafından ‘işgal’ edilmiştir. Bu tanımlama da Birleşmiş Milletler’in ilgili Güvenlik Konseyi kararlarında görülmekte olup, BMGK Kıbrıs’ın kuzeyinden, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin işgal altındaki kısmı’, (Occupied part of the Republic of Cyprus) olarak bahsetmektedir. (Bkz BMGK 550 sayılı kararı).

Adada 1974’ten bu yana de-facto durumun değişmediği, yani ateşkes koşullarının fiili olarak devam ettiği gerçeğinden hareketle, ‘Savaş Zamanında Sivillerin Korunmasına İlişkin Cenevre Sözleşmesi’nin de yürürlük halinin hukuken sürdüğünden bahsetmek, sanırım yanlış bir bilgilendirme olmayacaktır.

* * *

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde son nüfus sayımı, 2011 yılının Aralık ayında gerçekleştirildi. Nüfusa ilişkin son resmi veri ise 2021 yılında, Devlet Planlama Örgütü tarafından bir ‘projeksiyon’ olarak yayınlandı. Yani elimizde ne sağlıklı bir güncel nüfus sayısı, ne de daha dar kapsamda bir vatandaş sayısı mevcut. Hükümet tüm çağrılara rağmen, ne nüfus ne de vatandaşlık konusunda kamuoyuyla resmi bir veri paylaşmıyor. Resmi veri paylaşmadığı gibi, çeşitli zamanlarda ve ortamlarda hükümet kanadınca ifade edilen rakamların güvenirliği de ne yazık ki yok. Böyle olunca da haliyle herkes, elektrik sayaçları, su faturaları, okullardaki öğrenci sayısı ve benzeri türde verileri baz alarak, kendince bir nüfus projeksiyonu oluşturmaya çalışıyor.

Vatandaşlık konusunda en güncel veri, geçtiğimiz hafta bağımsız milletvekili, İçişleri eski Bakanı Ayşegül Baybars tarafından gündeme getirildi. Baybars Kıbrıs Postası TV’de katıldığı bir programda, uzun süredir ısrarla süren taleplerinin sonucunda, hükümet yetkililerinin kendisiyle gayrı resmi olarak bir sayı paylaştığını, buna göre son 2 buçuk yılda 13 bin kişiye vatandaşlık verildiğini söyledi. Yani bu sayı, yılda 5 bin 200 vatandaşlığa denk düşüyor.

Baybars bundan yaklaşık iki ay önce Sim TV’de katıldığı bir başka programda, KKTC’de yıllık ortalama 3 bin civarında bir doğal vatandaşlık kazanımından bahsetmişti. Doğal vatandaşlıktan kasıt, Kıbrıslı anne ve babadan doğan çocukların otomatik olarak kazandığı, doğumla gelen vatandaşlık. Hükümet kanadının Baybars’la paylaştığı güncel verinin doğru olduğunu varsaysak bile, 3 bin sayısının neredeyse iki katından bahsediyoruz demektir.

Dünyanın hiçbir ülkesinde, sonradan verilen vatandaşlıkların sayısının, doğumla gelen vatandaşlıkların sayısına denk olduğuna rastlamak mümkün değildir muhtemelen. Ülkerin, yabancı nüfusun kendi nüfusunu, kendi kimliğini, siyasi ve kültürel anlamda eritecek nitelikte vatandaşlık politikalarını benimsemesi, eşyanın tabiatına aykırı bir durum çünkü.

* * *

Bakanlar Kurulu kararıyla tamamen keyfiyete dayalı bir biçimde sonradan verilen vatandaşlıklar, örneğin yazının başında bahsedilen dava konusunda olduğu şekliyle ‘güzellik uzmanı eksiği var’ gibi komik ötesi gerekçelere dayandırılarak verilen vatandaşlıklar,  demografik yapımızı değiştiriyor. 1974’ten bu yana sistematik olarak sürdürülen bu politikayla, ilgili davanın davacı avukatı Öncel Polili’nin de belirttiği şekliyle, ‘egemenliğimiz böylesine kolay bir şekilde teslim ediliyor’.

2020 Cumhurbaşkanlığı seçiminde Türkiye tarafından desteklenen aday Ersin Tatar, önceki Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’yı sadece 4 bin 422 oy geride bırakarak seçimden galip ayrılan taraf olmuştu.

Her yıl katlanarak artan ve ağırlıklı olarak belirli bir gruba, yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına verilen yeni vatandaşlık sayıları göz önüne alındığında, Kıbrıslı Türkler’in siyasi iradesinin, yani egemenliğinin teslimiyet sürecinin nasıl hızlandığını somut verilerle görmek için, sanırım Ekim ayında yapılması planlanan yeni Cumhurbaşkanlığı seçimini beklemek yeterli olacaktır.

Yazıktır!

  • Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Yeniçağ Gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir 
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
425AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin