Sabahları gözünü açar açmaz telefonuna bakan, gece yatağa girmeden önce sosyal medyada başkalarının başarı hikâyelerine göz gezdiren bir çağda herkes bir şeylerle meşgul, herkes “başarı” peşinde, ama çok az kişi gerçekten yaşıyor.
Tükenmişlik artık sadece yoğun çalışan profesyonellerin değil; öğrencilerin, işçilerin, öğretmenlerin, hatta işsizlerin bile günlük ruh haline dönüşmüş durumda. Sürekli üretmek zorundayız, sürekli görünür, güçlü, dayanıklı olmak zorundayız. Yoksa sistem seni hemen siler, yerine başkası alır.
Bu ruh hali, Kıbrıs gibi tarihsel olarak bölünmüş, aidiyet krizlerinin gölgesinde yaşayan bir toplumda çok daha derin yaşanıyor. Ama salt Kıbrıs’ta, keskin çizgilerin kaybolduğu bir yerde de değiliz…
Burada sadece işle değil; geçmişin, kimliğin, kültürün ve hatta “hangi taraftan” olduğunla da mücadele etmek zorundasın.
Çünkü hâlâ adanın her iki tarafında da görünmeyen bir kimlik baskısı var:
“Bizden misin, onlardan mı?”
Ayşe’den gün içinde üç defa kesilen elektriğe rağmen güler yüzlü olması bekleniyor. Patronu, performans raporunu soruyor ama kimse onun annesine bakmak için sabah 5’te kalktığını bilmiyor. Öte yandan Lefkoşa’da kendi işini kurmaya çalışan genç bir adam, sosyal medyada takipçi kazanmak için gece 3’e kadar içerik üretiyor ama içten içe kim olduğunu unuttuğunu hissediyor. Çünkü artık değer, algoritmalarla ölçülüyor.
Toksik davranışlar bireylerde başladığı gibi, sistemin ruhuna da işlemiş. Politikada bu daha da görünür oluyor… Özellikle Kıbrıs gibi hâlâ çözülememiş bir sorunun ortasında kalan halklar için, milliyetçilik başta bir savunma mekanizmasıdır… Çoğu zaman bu savunma, bir tür duygusal manipülasyona dönüşüyor.
“Toprak, bayrak, soy” gibi kavramlar, halka yeniden travmalarını hatırlattığı kadar çözümsüzlüğü de perçinliyor…
Birliktelik değil, kutuplaşma en baştan başlıyor. Çünkü milliyetçilikler, sağlıklı kimlik inşasından değil, korkudan, öfkeden ve geçmişe saplanmaktan beslenir.
Bir başka deyişle, milli gurur sandığımız şey çoğu zaman yalnızca bize öğretilmiş bir hikâye. Hiç sorgulamadığımız, içini dolduramadığımız bir aidiyet illüzyonu. İnsan sırf “bizim ırkımız” dediği biri haksız olsa bile onu savunabiliyorsa, burada gurur değil, körleşme vardır.
Irksal üstünlük, tarihin en büyük yalanlarından biridir. Ve bu yalan, binlerce kez tekrarlanarak gerçek gibi kabul görür. Oysa insan dediğimiz şey, doğduğu coğrafyadan, soyadından ya da bayrağından ibaret değildir.
Bu kavramları körü körüne ‘yense yenilse kalbim hep sende’ mantığı ile yürütmek hastalıktır, teşhisi konulamayan vakalara gebedir…
Asıl değerli olan, insanın nasıl yaşadığı, nasıl hissettiği ve diğerine nasıl davrandığıdır.
Dijital dünyada ise kimlikler daha da bulanık. Herkes online, ama kimse gerçekten bağlı değil.
Bir adam Tinder’da kahkahalarla geçen bir randevudan sonra ertesi gün: “Sana karşı fiziksel çekim hissetmiyorum” mesajıyla ortadan kaybolabiliyor.
Bu artık istisna değil, yeni norm. İnsanlar bağ kuramıyor çünkü bağ kurmak duygusal sorumluluk demek. Ve duygusal sorumluluk, bu çağda çok fazla geliyor. Duygusal zekâ eksikliği, kısa vadeli hazların önceliği, derinlikten korkma hali… Bunlar bireysel değil, kolektif problemler artık.
Tüm bunlar bir araya geldiğinde, insan doğasının ne kadar çetrefilli, ne kadar iç içe geçmiş olduğunu daha net görüyoruz.
Kıbrıs’ta birçok insan aynı anda hem barış istiyor hem karşı tarafa güvenemiyor. Hem adil bir çözüm hayal ediyor hem diğer tarafı suçlamaya devam ediyor. Çünkü biz insanlar, çelişkilerle doluyuz. Ve bu çelişkileri bastırmak yerine tanımadıkça, onları kendi içimizde çözmedikçe, kimliklerimiz de, sistemlerimiz de, ilişkilerimiz de hasta kalacak.
Bu yüzden milliyetçilik, ırkçılık ya da “bizden olan”ı kayırma hali, geçici bir aidiyet hissi verse de uzun vadede hem bireyi hem toplumu körleştiriyor. Ve bizden olan da artık bizden olmamaya başlıyor…
Gerçek gurur; nereden geldiğini değil, nasıl bir insan olduğunu bilmekten gelir. Ve bu gurur sessizdir, slogan atmaz, tehdit etmez, sadece yaşar.
Belki de ilk adım, şu basit ama derin soruyla başlamaktan geçer:
“Gerçekten ben kimim ve bana öğretilen kimliğin dışında geriye ne kaldı?”
Bu sorunun cevabı kolay değil. Ama işte iyileşme ve yeniye uyum süreci de tam burada başlıyor.