Ölümler olur, bazıları sahnelenir. Son zamanlarda karşımıza çıkan şüpheli ölümler artık sıradan birer haber değil, neredeyse törensel bir gösteriye, estetikle karışık politik bir prodüksiyona dönüşmüş durumda. Kamera karşısında bedenlerin yalnızca biyolojik olarak değil, simgesel olarak da ölmesi istenir bizden. Ve biz, bu ölümlerin “seyircisi” olmaktan öteye geçemediğimiz gibi, giderek o seyirden zevk almayı da öğreniyoruz.
Bir ceset yere düştüğünde sadece hayatını değil, bir anlatıyı da kaybeder. Ama hemen ardından yeni bir anlatı inşa edilir: medya, bürokrasi, siyasi aktörler, muhalifler, komplo teorisyenleri…
Herkes o bedenin etrafında toplanır. Otopsi raporları gecikir ya da eksik açıklanır, güvenlik kameraları çalışmaz, tanıklar kaybolur, devlet sessizleşir. Çalışma izni olmayan kaçak işçilerin ölümlerinin verdiği zevk senaryosu peki?
Ve tam bu sessizliğin ortasında toplumun kendine has bir refleksi ortaya çıkar: şaşırır gibi yapar ama şaşırmaz; kızar gibi yapar ama harekete geçmez. Çünkü artık ölüm bile sıradanlaşmış değil, kurgulanmış bir estetik deneyim hâline gelmiştir.
Belirsizlik burada en önemli duygusal uyarandır. Tıpkı erotik çağrışımlarda olduğu gibi, eksik olan, görünmeyen, yarım bırakılan her şey daha güçlü bir etki bırakır. Gerçeğe ulaşmak yerine, gerçeğin etrafında dönüp duran ihtimaller daha cezbedicidir.
Her yeni ölüm, her yeni şüphe, bir önceki trajedinin üzerine inşa edilmiş, travma ile şehvetin arasında salınan bir his üretir. Korku filmlerinde olduğu gibi: bir yandan korkarız, diğer yandan o korkudan rahatsız edici bir haz duyarız.
Politik sistem artık bilgiyle değil, ihtimallerle yönetiyor herkesi. Bir cinayet ya da intihar açıklanmaz; alacağı tepki, kurgu ve zevk üçlemesine sokulur. Medya, dikkatle seçilmiş fotoğraflarla, cümle oyunlarıyla, “iddia edildi”, “şüphe uyandırdı” gibi yarı-karanlık ifadelerle bu ölümleri birer senaryoya dönüştürür. Her iz bırakan ölüm, kendi kurgusuyla birlikte gelir. Ve biz, bu kurguyu çözüyor gibi yaparken aslında onun içinde kalmaya razı oluruz.
Çünkü bu türden açıklanamayan gerçeklikler, düşünceyi değil bağımlılığı besler. Sürekli yeni bir detay, yeni bir ipucu, yeni bir sızıntı bekleriz. Bilmek değil, sürekli olarak “bilmenin eşiğinde olmak” isteriz.
Bu noktada rahatsız edici bir gerçeği dile getirmek gerekiyor: toplumsal olarak bir tür politik BDSM yani “bağlama ve disiplin, egemenlik ve itaat, sadizm ve mazoşizm” ilişkisi içindeyiz.
Otorite bilgiyi verir gibi yapar, sonra çeker. Biz gerçeği ararken hep az daha yaklaşır ama tam ulaşamayız. Bu eksiklik hali acı verir ama aynı zamanda tuhaf bir tatmin duygusu da yaratır. Her ölümde, her örtbas edilişte biraz daha içeriden etkileniriz ama dışarıdan giderek daha tepkisiz görünürüz. Bu da bir çeşit hazdır; çaresizlikle karışık bir zevk.
Hrant Dink’in kaldırımı öpüşü, Tahir Elçi’nin yere düşüşü, Roboski’de parçalanan çocuk bedenleri, Soma’da madene inen ölü sessizlik… Bunların her biri bir kare olarak zihnimizde bir gerçeği değil, sembolik ölümü, mahrem değil de seyredileni hatırlatır.
Devletin gözünün içine baka baka öldürülen her insan, bizde adaletsizlik duygusundan önce estetik bir etki bırakır. Sarsıcı ama alışıldık bir dekor gibi, arşiv belleklerimize kazıdığımız cesetler artık sadece ölmüyor; gülümseyerek bakıyorlar. Ve bu bakış bizi içine çekiyor. Sanki şöyle diyorlar: “Beni izliyorsun ama hiçbir şey yapmıyorsun.”
İşte en tehlikeli suç ortaklığı tam burada başlıyor.
Belki de en can alıcı soruyu sormak zorundayız: gerçekten adalet mi istiyoruz? Yoksa sadece daha fazla ihtimal, daha fazla heyecan mı? Her yeni olayda biraz daha eksik kalan bilgi, biraz daha sansürlenen kayıt, biraz daha karmaşık bir ihtimal ağı…
Tüm bunlar bizde öfke kadar, bir tür şehvet de uyandırıyor. Çünkü artık gerçeğin kendisinden çok, onun etrafında kurulan bu fetiş dünyasına bağlanmış durumdayız.
Ölüm artık son değil; sonsuz bir gösterinin parçası. Birileri ölüyor. Birileri izliyor. Birileri susturuyor. Susturuluyor. Birileri konuşuyor. Biz hâlâ bakıyoruz. Ve ne yazık ki, bakarken sadece üzülmüyor; biraz da zevk alıyoruz…