2024 yılı itibarıyla Türkiye, Avrupa Birliği’nin Gıda ve Yem için Hızlı Alarm Sistemi (RASFF) verilerine göre pestisit kaynaklı bildirimlerde tüm ülkeler arasında ilk sırada yer alıyordu. Bu bildirimlerin büyük kısmı limon, çilek, domates, nar, greyfurt ve biber gibi memleketteki sofraların olmazsa olmazı (hele havaların ısındığı, pazarların şenlendiği bugünlerde!) ürünlerde saptanan kimyasal kalıntılar nedeniyle yapılmıştı.
Muhtemelen pek kimse de şaşırmamıştır bu sonuçlara çünkü Türkiye daha önceki yıllarda da bu alanda liderliği kimseye kaptırmıyordu. İhracatta yaşanan bu skandallar, sorunun sadece dış ticaretle sınırlı olduğu anlamına gelmiyor. İç pazarda da gıda güvenliği ciddi bir tehdit altında. Nitekim yıllardır olduğu gibi, bu yıl da en çok bildirim yapılan ürünlerin başında biber ve limon geliyor. Bu durum, bu ürünlerde diğerlerinden daha fazla pestisit kullanılmasından kaynaklanmıyor.
- Asıl neden, Türkiye’nin bu ürünleri büyük miktarlarda ihraç etmesi. Yani ihracat hacmi yüksek olduğu için bu ürünler daha sık kontrol ediliyor, dolayısıyla sorunlar da daha fazla gün yüzüne çıkıyor.
Kısacası, Türkiye’nin gıda sisteminde derinleşen bir kriz var. Bu kriz yalnızca denetim eksikliğiyle değil, tarım politikalarındaki yanlışlarla da şekilleniyor.
Bu savımızı destekleyen çok yeni bir araştırmanın sonuçları kısa süre önce yayımlandı. Greenpeace’in Bülent Şık’ın koordinatörlüğünde yaptığı çalışmada analiz edilen 155 örneğin %61’inde birden fazla pestisit, %43’ünde ise PFAS içeren kimyasallar bulundu. PFAS içeren kimyasallar, yani per- ve polifloroalkil maddeler, hem endüstride hem de tarımda yaygın olarak kullanılan, binlerce bileşikten oluşan bir kimyasal madde grubuna işaret ediyor.
Bu maddeler su, yağ ve kir geçirmez özellikleri nedeniyle yangın söndürme köpükleri, yapışmaz tava kaplamaları, tekstil ürünleri ve bazı pestisit formülasyonlarında kullanılıyor. PFAS’lar doğada çok zor çözünüyor. Toprakta, suda ve insan vücudunda parçalanmadan yıllarca, hatta on yıllarca kalabiliyorlar. O yüzden bunlara “sonsuz kimyasallar” da deniyor.
“Pestisitler ve Çocuklar” başlığı altında çocukların esenliğini ve geleceğini önceleyen bu raporda bu bulguların altının çizilmesi boşuna değil. PFAS, yalnızca kısa vadede değil, uzun vadede de sağlık sorunlarına neden olabilecek kümülatif risk anlamına geliyor. Keza yine raporda analiz edilen ürünlerin %31,6’sında ise hormonal sistemi bozucu, nörolojik gelişim etkileyici ve kanserojen olduğu bilinen tek tür pestisit kalıntılarına da rastlandığı belirtiliyor.
Greenpeace benzer bir çalışmayı 2020 yılında da yapmıştı. “Soframızdaki Tehlike: Pestisit” raporunda, Türkiye genelinde market ve pazarlardan alınan 90 örnek gıdanın yaklaşık yarısında hormonal sistem üzerinde etkili bir ya da birden fazla sayıda pestisit kalıntısı tespit edilmişti.
Özellikle domates, salatalık, ıspanak ve elma gibi temel tüketim ürünlerinde zehirli kimyasalların varlığı daha da belirgindi. Bu iki çalışmayı yan yana koyduğumuzda 2023’ten bu yana bu sorun alanında bırakın iyileştirmelerin olmasını, durumun daha bile kötüye gittiğini anlıyoruz.

“Pestisitler ve Çocuklar” raporu, pestisit meselesinin aciliyetini gözler önüne seriyor. Ancak bu rapordaki bulgular, Türkiye’de uzun süredir biriken çok boyutlu yapısal sorunların güncel tezahürü olarak okunmalı. Bu yapısal sorunları derinlikli biçimde ele alan çalışmalardan biri, Heinrich Böll Stiftung Derneği’nin yayımladığı “Pestisit Atlası“.
Bu çalışma, konuyu küresel ölçekte ele alırken Türkiye özelinde de çok çarpıcı veriler içeriyor. Raporda Türkiye’de kullanılan pestisit miktarının 1990’dan 2020’ye iki katına çıkarak yaklaşık 60 bin tona ulaştığı vurgulanıyor. Üstelik bu zehirlerin yalnızca hedef organizmalarla sınırlı kalmadığı; suya, havaya, toprağa ve hatta insan vücuduna kadar yayıldığı belirtiliyor. Türkiye’de pestisitlerin çevre ve insan sağlığı üzerindeki etkilerini izleyen sistematik bir mekanizma olmaması ve yasaklı maddelerin hâlâ piyasada dolaşımda olması ise sorunun ciddiyetini daha da artırıyor.

Kısacası, mesele yalnızca bireysel ürünlerin denetimi değil; tarım politikalarının, ithalat-ihracat ilişkilerinin ve kurumsal denetim kapasitesiyle alakalı yapısal ve yönetsel de bir sorun. Tabii, bu durum tüketicilerin “güvenli gıdaya erişim” hakkının sistematik biçimde ihlal edildiğinin de bir göstergesi.
Aslında pestisit kullanımındaki yaygınlık, bir ülkenin tarım yapma biçimine dair genel karakteri hakkında da çok şey söyler. Hangi üretim teknolojilerinin benimsendiği, nasıl bir risk algısıyla hareket edildiği, çiftçilerin ne kadar yönlendirildiği, tarımsal alanların ne ölçüde denetlendiği gibi pek çok yapısal mesele burada görünür hale gelir. Keza sertifikalı üretim—organik tarım, iyi tarım uygulamaları gibi denetime açık ve belirli çevresel/sağlık kriterlerine göre düzenlenmiş sistemler—bir ülkenin sadece ne ürettiğini değil, nasıl ve neye dikkat ederek ürettiğini de gösteren kritik göstergeler arasında.
Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’de üretim tarafındaki gelişmeler ne yazık ki pek iç açıcı değil. 2017 yılında 72.000’in üzerinde olan İyi Tarım Uygulamaları’nda üretici sayısı 2022’de 9.570’e düştü. Aynı yıllar arasında organik tarım yapan çiftçi sayısı da 75.000’den 45.000’e geriledi. Bu, hem üretimin niteliğinde yaşanan bir kaybı, hem de tarımsal denetim, yönlendirme ve örgütlenme kapasitesindeki zayıflamayı ortaya koyuyor. Tarımda desteklerin azalması, yüksek girdi maliyetleri, üreticinin pazarda korunmaması ve denetim mekanizmalarının işlemez hale gelmesi bu çöküşün temel nedenleri arasında yer alıyor.

Kaynak: FAO (BM Gıda ve Tarım Örgütü)
Bugün yaşanan gıda güvenliği krizi yalnızca gıda üretiminin yapısal sorunlarıyla sınırlı değil. Aynı zamanda Türkiye’deki beslenme alışkanlıklarının dönüşümüyle de ilişkili. Son yıllarda yapılan çalışmalar, Türkiye’de geleneksel beslenme alışkanlıklarından uzaklaşıldığını ve yüksek kalorili, düşük lifli, işlenmiş gıdalara yönelimin arttığını gösteriyor. Hâliyle yine son yıllarda kalp ve dolaşıma bağlı hastalıklar, diyabet gibi hastalıklarda artış var. Bu geçiş, alkol kullanımına bağlı olmayan yağlı karaciğer hastalığı (NAFLD), obezite, tip 2 diyabet gibi metabolik hastalıklarda ciddi bir artışla sonuçlanıyor.
- Türkiye’deki NAFLD oranı %48’i geçmiş durumda; bu oran dünya ortalamasının oldukça üzerinde.
Pestisit kullanımı, üretim kalitesi ve beslenme biçimleri arasındaki bu çok katmanlı ilişki, bizi şu temel soruya götürüyor: Sağlıklı gıdaya erişim bir bireysel tercih meselesi midir, yoksa bir kamu politikası sorunu mu?
Mevcut tabloya baktığımızda, bu sorunun yanıtı açık: Sağlıklı, izlenebilir, zehirsiz gıdaya erişim, bireyin bilgi ve alım gücüyle değil, sistemin nasıl örgütlendiğiyle edildiğiyle ilgili. Ve Türkiye’de bu sistem bugün büyük ölçüde ticarileşmiş, güvencesizleşmiş ve adaletsizleşmiştir. Nitelikli gıda üretimi desteklenmiyor, üretici ayakta kalamıyor, tüketici ise ya biraz daha iyi gıdaya erişmek için fahiş fiyatlar ödemek ya da sağlıksız gıdaya razı olmak zorunda kalıyor.
Bu nedenle, soframıza gelen bir domates yalnızca bir tarım ürününden ibaret değil; aynı zamanda bir sistemin göstergesi, bir politikanın sonucu ve bir toplumsal tercihin izdüşümüdür. Gıda güvenliği yalnızca teknik denetimle değil, demokratik denetimle, şeffaflıkla, çiftçiyi destekleyen, tüketiciyi koruyan politikalarla sağlanabilir.
Türkiye’de pestisitler üzerinden ortaya çıkan gıda güvenliği krizi, aslında çok daha geniş ve derin bir sistem arızasının dışa vurumu olarak da okunabilir. Tarım, sağlık, çevre ve kentleşme politikaları arasında görünmez gibi duran bağlantılar, aslında aynı siyasal mantığın ürünü: Denetimsizlik, liyakatsızlık ve kamu yararının sistem dışına itilmesi. Bu yüzden Kartalkaya’daki yangınla, Marmara’daki musilaj kriziyle ya da yönetmeliklere uygun yapılmadığı için depreme dayanıksız binalarla soframıza gelen zehirli domates arasında doğrudan bir bağ kurmak hiç de abartılı olmaz.
- Gıda üretiminde yaşadığımız kriz aynı zamanda bir yapısal çözülmenin yansıması.
Sağlıklı ve güvenilir gıdaya erişim, bireysel bilinçlenme ya da satın alma gücüyle çözülecek bir mesele değil. Bu, kamusal bir hak, kolektif bir sorumluluk ve siyasal bir tercihtir. Gıda politikası, aslında yaşam politikasıdır.
Bu konularda daha çok düşünmek isteyenler için bir kitap tavsiyesiyle bitirelim. Çok yakınlarda özellikle agroekoloji alanındaki çalışmalarıyla tanıdığımız Türkiye’de tarım çalışmalarının önde gelen isimlerinden Tayfun Özkaya yeni bir kitap yayımladı: Başka Bir Tarım Politikası ve AgroEkoloji.
Özkaya bu kitapta buğday ve çay örneklerine odaklanarak mevcut tarım sisteminin başlıca sorunlarını masaya yatırıyor ve neden agroekolojinin gayet gerçekçi bir çözüm yolu olabileceğini tane tane anlatıyor.