Savaşın, krizlerin ve bölünmelerin ortasında, Feyruz’un sesi, Lübnanlılarla birlikte dünyada olmanın acısını kalbinde duyan herkesi bir araya getirdi. Mütevazı duruşu, güçlü sesiyle birleştiğinde, Feyruz, bir ekole dönüştü

“Bana ney’i ver ve şarkı söyle zira nağmeler ölümsüzlüğün sırrıdır.
Vücut yok olduktan sonra geriye neyin iniltisi kalır?”
-Halil Cibran
Lübnan’ın dağlarından yükselen bir ses, bir ulusun ruhunu nasıl kucaklar? Bir ses, savaşın, acının ve umudun ortasında nasıl birleştirici bir güç haline gelir? Bu soruların cevabı, Nouhad Wadie Haddad’ın, yani Feyruz’un hikâyesinde saklıdır. Herkesin bildiği bir hikâye bu hikâye, fakat asıl mesele bir hikâyenin bizim hayatımıza nasıl etki ettiğidir belki de. Arap dünyasının en büyük efsanelerinden biri olan Feyruz, “yalnızca bir şarkıcı” denilip geçilecek biri değil, o bütün varoluşuyla, sesiyle, ülkesinin sembolü haline gelen Lübnan’ın siyah incisi, bir kültür elçisi, bir direniş sembolü ve halkının vicdanı olmuştur. Mütevazı duruşu, ipeksi sesi ve derin duygularla yoğrulmuş şarkılarıyla, Feyruz, Lübnan’ın tarihine, kimliğine ve ruhuna derinlemesine nüfuz etmiştir. Feyruz’un hikâyesi, 21 Kasım 1935’te, Lübnan’ın Jabal Al Arz bölgesindeki mütevazı bir köyde başlar. Mardinli Süryani Ortodoks bir baba olan Wadi Haddad, ve Lübnanlı Maruni bir anne olan Liza Alboustani’nin kızı olarak dünyaya gelen Nouhad, yoksul ama sevgi dolu bir ailede büyüdü. “Sevgi” ne kadar basit bir kelimeden peyda olmuş bir sıfat ve isim gibi dursa da köklerde bir ateş böceği gibi yana söne uçuşurken kimsenin aklına gelmeyecek karanlıkları aydınlatacak güçtedir de. Evlerinde ne elektrik vardı ne de lüks; ancak müzik karanlıkları bölen bir ses, her zaman bir sığınak gibiydi, bugün de birçokları için olduğu gibi. İslam kültüründe müzik, tasavvuf dışında pek uygun bulunmasa da ilahi tınılar barındırır. Bunu da kavramak –bizde yok gibi bir şey- yalnızca saf tasavvufla mümkündür. Hüzünde yahut sevinçte ve bazen kendini boşlukta hissedenler için bile. Bir çıt sesini bile anlamlı kılan da zaten bu değil midir? Küçük Nouhad, henüz 10 yaşındayken okul korosunda şarkı söylerken keşfedildi. Sesi, o yaşta bile dinleyenleri büyülüyordu; berrak, duygulu, dolu dolu ve sanki dağların rüzgârını taşıyan bir tınıya sahipti. Lübnan Konservatuarı’ndan Mohammed Fleyfel, onun yeteneğini fark etti ve Kur’an’dan ayetler okuyarak sesini eğitmeye başladı. O ilahi tını işte böylece geldi sesini mayalayıverdi. Bu, Feyruz’un müziğe olan tutkusunun ilk kıvılcımıydı. Ancak o dönemde kimse, bu utangaç kızın bir gün Arap dünyasının kalbine taht kuracağını hayal etmediği gibi bugün de duruşunu neye borçlu olduğunu tam olarak anlamakta elbette doğal olarak güçlük çekmekte. Fakat onu belki de böyle güçlü yapan bu güçlüklerden geçmiş olmaktır, değil mi?

1940’ların sonunda, Lübnan Radyosu’nun yöneticisi Halim El Roumi, Nouhad’ı dinledi ve ona “Feyruz” adını verdi. Anlamı, “Turkuaz”dı. Turkuaz, hem doğanın saflığını hem de Lübnan’ın Akdeniz mavisiyle dağlarının yeşilini simgeliyordu. Bu isim, onun sadece bir şarkıcı, bir sanatçı olmanın dışında aynı zamanda kültürel bir simge olacağının da ilk işaretiydi. Radyo korosunda başlayan kariyeri, 1950’lerde Assi ve Mansour Rahbani kardeşlerle tanışmasıyla bambaşka bir boyuta taşındı. Rahbani kardeşler, Lübnan müziğini yeniden tanımlamak isteyen iki vizyonerdi. Geleneksel Arap makamlarını Batı müziğinin armonileriyle birleştirerek, modern bir Lübnan kent müziği yaratmayı hedefliyorlardı. Feyruz, bu vizyonun sesi oldu. Onun sesi, udun ve kanunun otantik tınılarıyla, çellonun ve kemanın modern dokunuşlarını bir araya getirdi. 1952’de seslendirdiği “Itab” şarkısı, sadece Lübnan’da değil, tüm Arap dünyasında yankılandı ve derken dünya radyolarında da yerini buldu. Bu, Feyruz’un yıldızının parladığı an oldu. Feyruz’un müziği, sadece melodilerden ibaret değildi; her şarkı, bir hikâye anlatıyor, dinleyenlerin kedileriyle ve tarihle yüzleşebilme sahneleri de yaratıyordu. Lübnan’ın köylerinden, Beyrut’un dar sokaklarından, aşkın neşesinden ve acısından ilham alan şarkılar, dinleyicilere hem tanıdık hem de evrensel bir his veriyordu. “Nehna Wel Amar Jiran” (Komşularımız Ay), Lübnan’ın pastoral güzelliklerini ve komşuluk bağlarını yücelten bir marş gibiydi. “Habbeytek bi’ssayf” (Yazın Seni Sevdim), aşkın masumiyetini anlatırken, dinleyicilerin kalbine ateşli oklarla dokunuyordu. Ve elbette Feyruz’un müziği, sadece romantizmle sınırlı kalmadı. Lübnan’ın ve Arap dünyasının siyasi ve sosyal çalkantılarına da ses oldu. 1960’larda, Filistin davasına verdiği destekle, “El Kudüs el Atika” (Eski Kudüs) gibi şarkılarla Filistinlilerin mücadelesini de bir bakıma dünyaya duyurdu. Zaten sanatla sanatçının buluşmasındaki temel evrensel amaç bu olmamalı mıydı? Bir sanatçı ancak bu biçimde bir “vicdan temsilcisi” olabilirdi.“Feyruz bir sanatçı olarak ne yaptı, neyi başardı?” sorusuyla, “Bir insan olarak var olmanın karşılığında ne yaptı?” sorusunun yanıtını aynı anda aynı yanıtla karşılayan bir hayat yaşadı.

Feyruz’un kariyerinin dönüm noktalarından biri, 1957’de Baalbeck Uluslararası Festivali’nde sahne almasıydı. Antik Roma kalıntıları arasında yükselen sesi, Lübnan’ın tarihsel mirasını modern bir sanat formuyla buluşturdu. Baalbeck, onun için bir sahne olmanın ötesine geçti; Lübnan’ın kültürel kimliğini dünyaya tanıtmanın bir platformu oldu. 1960’larda, New York’taki Carnegie Hall, Londra’daki Albert Hall ve Paris’teki Olympia gibi prestijli mekânlarda sahne aldı. Ancak Feyruz, hiçbir zaman şöhretin büyüsüne kapılıp kalmadı. Devlet büyüklerine özel konser vermeyi reddetti; 1969’da Cezayir Başkanı Houari Boumedienne’in talebini geri çevirmesi, onun halktan yana duruşunun bir sembolü oldu. Bugün Türkiye’de ise, birkaç konser karşılığında ruhunu satmayan kim kaldı? Bizim divalarımız bile kürk sahiplerinin ılık götlerini serip yayıldıkları eski şark divanlarına benzer sadece ve onların hakikatle ciddi bir alışverişleri olmadığı gibi hakiki bir yanları da yoktur tabii. Fakat Feyruz’un bu mütevazı duruşu sadece sesine güç katmakla kalmadı ve onun bir “ilke insanı” olduğunu gösterdi. Lübnan İç Savaşı (1975-1990), Feyruz’un kariyerinde ve hayatında derin izler bıraktı. Ülke, Hristiyan, Müslüman ve Dürzî topluluklar arasında bölünmüşken, Feyruz birleştirici bir güç oldu. Savaş boyunca Lübnan’ı terk etmedi; hatta evine füze isabet etmesine rağmen, Beyrut’ta kalmayı seçti. “Li Beirut” (Beyrut’a) şarkısı, savaşın yıktığı başkente bir ağıt ve bir çığlık gibi yankılandı. Şarkının sözleri, “Senin için, ey şehirlerin incisi, kalbimden bir şarkı yükselir” derken, Lübnanlıların acısını ve direncini acetasyondan uzak ve onurlu bir tonla haykırdı. Feyruz, savaş sırasında konser vermeyi reddetti, çünkü müziğinin tarafsız kalmasını ve halkın ortak duygularını temsil etmesini istedi ve bunu kendi de her fırsatta dile getirdi; böylece şarkıları, radyo dalgaları ve kasetlerle her eve ulaştı. Müslüman ve Hristiyan mahallelerinde, onun sesi bir teselli, bir dayanışma kaynağı oldu. Feyruz’un müziği, Lübnan’ın çok kültürlü yapısını kucakladı ve Feyruz, bu karmaşıklığın ortasında bile biricik olmayı başardı. Çünkü onun Hristiyan bir aileden gelmesine rağmen, şarkılarında İslam, Hristiyanlık ve Lübnan’ın diğer inançlarını birleştiren bir evrensellik vardı. “Zahrat al-Mada’in” gibi şarkılar, Kudüs’ün hem Müslümanlar hem de Hristiyanlar için kutsal olduğunu vurgularken, “Bhibbak Ya Lebanon” (Seni Seviyorum Lübnan), tüm Lübnanlıları bir araya getiren bir başka dayanışma çağrısı oldu. Estetik taşıcıyı bir sütun gibi tarihi sesiyle kucaklarken, toplumsal misyonları da omuzladı. Feyruz, Lübnan’ın parçalanmış kimliğini müzikle onarmaya çalıştı; her şarkısı, bir ulusun yaralarını sarmak için atılmış bir dikiş gibiydi ve elbette sesi zerrelere bölünse de bütün dünyanın yaralarına merhem olacak kadar da hümanist bir bütünlüğe sahipti.

Feyruz’un kişisel hayatı da, mütevazı duruşunun duvarı olmuştur. Assi Rahbani ile 1955’te evlendi ve dört çocukları oldu: Ziad, Layal, Hali ve Rima. Assi’nin 1986’daki vefatına kadar, onunla hem sanatsal hem de kişisel bir ortaklık sürdürdü. Ancak Assi’nin ölümü ve oğlu Ziad ile yaşadığı sanatsal anlaşmazlıklar, Feyruz’un kariyerinde yeni bir dönemi başlattı. Komünist bir besteci ve aynı zamanda kimliğini açık etmekten korkmadan yaşamış bir yazar da olan ve kâfirlikle suçlanan oğlu Ziad Rahbani, annesinin klasik tarzına caz ve modern unsurlar ekleyerek, Feyruz’un müziğini yeni nesillerle tanıştırdı. “Kifak Inta” gibi şarkılar, Ziad’ın yenilikçi yaklaşımıyla, Feyruz’un sesinin zamansızlığıyla sesin âleme nasıl kayıt olduğunu bir kez daha kanıtladı. Ancak Feyruz, bu dönemde bile sahne ışıklarından uzak, sade bir yaşam sürmeyi tercih etti. Beyrut’un eski bir apartman dairesinde, mütevazı bir hayat yaşadı; lüks villalar ya da şatafatlı bir yaşam onun tarzı değildi. Haysiyetli bir ölümden başka daha da büyük bir başka hayali olmadı. Böylece her millettin ayrılmaz bir parçası oldu. Sesinin büyüsü dilini hiç bilmeyenleri bile etkiledi. Feyruz’un etkisi, Lübnan’ın sınırlarını aştı, tüm Arap dünyasına ve kâinata yayıldı. Çünkü onu ve sesini mayalayan şey insanlığın ortak tarihiydi. Mısır’dan Ürdün’e, Suriye’den Irak’a, onun sesi, Arap halklarının ortak duygularını ifade ettiği gibi İspanya’da, Türkiye’de ve şu dakikalarda bile benim küçük yeşil bahçemde bile yükselmeye devam ediyor. Ümmü Gülsüm’ün dramatik ve güçlü sesine kıyasla, Feyruz’un ipeksi ve duygusal tınısı, modern Arap müziğinin yeni bir yüzü olarak kâinatın sesleri arasında kendini fark ettirmeyi başardı. Batılı dinleyiciler, onun sesinde evrensel bir hüzün, bir neşe, bir insanlık buldu. 1970’lerde ve 80’lerde, Avrupa ve Amerika’daki konserleri, Arap müziğini küresel bir sahneye taşıdı.

Türkiye’de Ajda Pekkan’ın “Sana Neler Edeceğim” (Habbeytek bi’ssayf), Ferdi Özbeğen’in “Kurumuş Bir Dal Gibiyim” ve Semiha Yankı’nın “Tatlı Cadı” gibi şarkıları ve daha niceleri Feyruz’un eserlerinin Türkçe uyarlamalarıydı. Özellikle Mersin, Hatay ve Adana gibi Akdeniz şehirlerinde, onun müziği layık olduğu sevgiyi gördü. Ne de olsa karalar ve kültürler de insanlar gibi akraba. Türk dinleyiciler, Feyruz’un sesinde, kendi kültürlerindeki duygusal derinliği ve Akdeniz ruhunu bu yüzden buldular. Birçok şarkısının Türkçeye çevrilmesi, onun müziğinin evrensel çekiciliğini de bir kez daha ortaya koydu ve istisnasız kalıcılığının da apaçık ortaya koydu. Çünkü Feyruz’un duruşu da onun müziği kadar etkileyiciydi. Politikacılardan ve güç odaklarından uzak durdu; onun sahnesi, halkın kalbiydi. 2015’te hayatını anlatan bir Fransız belgeseli, onun mütevazı yaşamını ve sanata adanmışlığını gözler önüne serdi. 2020’de, Beyrut Limanı’ndaki patlama sonrası, “Li Beirut” yeniden liste başlarına gelip yerleşti. Bu şarkıyı dinleyen aslında Beyrut’un yerine her defasında kendi yerlerini, yurtlarını yerleştirdikleri bir duyguyla dinleyip söyledikleri için sevmişlerdi. Aynı yıl, koronavirüs salgını sırasında, evinde İncil’den dualar okuyarak halkına manevi destek verdi. 2025’te, 89 yaşında, oğlu Ziad Rahbani’nin cenaze töreninde görülen Feyruz, hâlâ inzivada ama Lübnan’ın ruhunda yaşıyor. Lübnan’ın ruhunu yaşatıyor. Feyruz’un mirası, sadece şarkılarına hapsolmuş da değil. O, Lübnan’ın çalkantılı tarihinde sabit bir umut ışığı, bir sabır taşı.

Savaşın, krizlerin ve bölünmelerin ortasında, onun sesi, Lübnanlılarla birlikte dünyada olmanın acısını kalbinde duyan herkesi bir araya getirdi. Mütevazı duruşu, güçlü sesiyle birleştiğinde, Feyruz, bir ekole dönüştü. Onun şarkıları, Lübnan’ın dağlarında, Beyrut’un sokaklarında, Lübnanlılarının kalplerinde yankılanmaya devam ediyor. Feyruz, Lübnan’ın paha biçilemez siyah incisi, sade ama derin, zamansız ama her zaman çağdaş. Onun hikâyesi, bir sesin bir ulusun nasıl kucaklayabileceğini, bir sanatçının nasıl bir sembol haline gelebileceğini gösteren bir kadrajın içinde capcanlı duruyor hâlâ. Ve bu hikâye, her notada, her sözde birden yeniden ayağa kalkmanın hikâyesini de içinde barındırıyor. Benim onunla tanışma hikâyemde 80’lerle 90’lar arasında ana dili gibi Arapça bilen ve o coğrafyada görmediği ülke kalmayan babamın arabada çaldığı bir kasetle başlamıştı; sesini açıp şarkının, şöyle demişti, babacığım babacığım hür generalim benim: “İşte böyle ol, haysiyetli, bilge bir kadın!” Ah işte, böylece, Feyruz, benim için de önemli biri olmuştu. “Lübnan” dedikçe ilk onu anarlardı diye, çocukluğum bir kısmı boyunca onu Lübnan’ın sahibi sanıyordum. Hayatta en sevdiğim insanın bana anlattığı bir hikâyenin içinde çünkü kendi hikâyemin nasıl devam etmesi gerektiğini görüyordum ve Feyruz, Lübnan’ın sahibiydi elbette. Artık söylemeyen, sanki “dünya” denen bu viran bahçeye bir penceren bakıp iç dahi çekmeyen… Feyruz, şarkın dünya radyolarında sükûtun en gür seslerinden biri olarak, kopan parçalarımızın, parçalanışımızın altın sesi olarak kalacak. Bu kopuşlardan, parçalanışlardan geriye hiçbir şey kalmadığında bile. Bu kadarı herkesin bildiği bir hikâyeydi, bundan sonrası yine sadece onun bildiğiyle kalacak olan bir hikâye olarak kalmaya devam edecek. Hayat boyunca tuttuğu yasın gözünden akıttığı yaş olayım: Doğuştan engelli oğlu Hali için yazıp söylediği “Sallimleh Alayh” benim favorim, ama aşağıya onun için bir ilahi bırakıyorum, yine onun sesinden; çünkü o, “Aslında kimdir?” sorusuna bir yanıt olarak: