Hizbullah’ın silahsızlandırılması artık sadece Litani Nehrini’nin güneyini değil tüm ülke çapını kapsıyor. Bu da sadece güneyden gelecek İsrail saldırılana değil, Şii nüfusun çoğunlukta olduğu Beka gibi Suriye sınırındaki bölgelere yönelik olası saldırılara karşı da Lübnan’ın bir bölümünü savunmasız bırakabilir.

Geçtiğimiz hafta Lübnan hükümeti önemli bir karara imza atarak Hizbullah’ın kademeli olarak silahsızlandırılmasını öngören belgeyi kabul etti. ABD’nin baskısıyla alınan karar, ülkede İsrail işgaline karşı direnen asli askeri güç konumundaki Hizbullah destekçilerinin tepkisine yol açtı. Şii nüfusun yoğunlukla yaşadığı bölgelerde silahsızlandırılma kararına tepkiler büyüyor.
Peki, bu kararın arkasında neler var? Ülkeyi yeni bir iç çatışma ortamı mı bekliyor? Kimler ne düşünüyor? Hizbullah’ın önünde hangi seçenekler var?
Dilerseniz önce yaşananları hatırlayalım. Ardından bu sorulara yanıtlar arayalım.
Neler oldu?
İsrail’in Lübnan’daki saldırılarını durdurmak üzere Kasım ayında ABD ve Fransa garantörlüğünde bir ateşkes yürürlüğe girdi. Ancak Tel Aviv, ateşkes anlaşmasını bugüne kadar binlerce kez ihlal etti. Hâlâ Lübnan üzerinde keyfi saldırılarına açıkça devam ediyor. Yüzlerce kişi bu ‘ateşkes’ saldırılarında hayatını kaybederken Hizbullah saldırılara misilleme ile yanıt vermemeyi tercih ediyor. Öte yandan İsrail, ülkenin güneyinde işgal ettiği 5 bölgeyi ise terk etmeyi reddediyor.
Bu denklemde İsrail ile karşı karşıya gelebilecek tek güç ise Hizbullah. İsrail’e tehdit olmayacak şekilde tasarlanan Lübnan Ordusu’nun böyle bir kabiliyeti ve niyeti bulunmuyor. Geçmişte de hiçbir zaman İsrail saldırılarına karşı doğrudan müdahalede bulunmadı. Dolayısıyla Hizbullah’ın silah bırakması durumunda ülkenin Siyonist saldırılara karşı savunmasız kalacağını düşünenler hiç de az değil.
Ateşkesten öncesinde yaşanan çatışmanın getirdiği yıkımın faturası ise hiç de azımsanacak ölçüde değil. İsrail’in Filistin’de yürüttüğü soykırım savaşı kısa süre içerisinde Lübnan’a da sıçramış, Hizbullah ile şiddetli çatışmalar yaşanmıştı. Güney Lübnan’da yaşayan yüz binlerce kişi yaşadıkları bölgeleri terk etmek zorunda kalırken İsrail ordusu onlarca yerleşim yerini yerle bir etmişti. Bugün ülkenin ‘yeniden inşası’ gündemdeki hayati yerini koruyor. ABD ise Hizbullah’ın İran aracılığı ile bölgeyi yeniden inşa etme projelerinin önüne taş koyuyor ve herhangi bir ‘yeniden inşa’ süreci için kendi şartlarını masaya koyuyor. Hizbullah’ın silahsızlandırılması ve hükümetteki rolünü tasfiye bu şartlardan.
ABD tehdidi
Hizbullah’ın silahsızlandırılması tartışması Lübnan için yeni bir gündem sayılmaz. Ancak hükümetin attığı adım bu sefer tartışmanın boyutunu kritik bir hale getirdi. ABD’nin etkili müdahalesiyle seçilen Lübnan Başbakanı Nevvaf Selam’ın duyurduğu kararın maddeleri, onaylanmak üzere doğrudan Vaşington tarafından sunuldu. Hükümetin kararı kabul etmesiyle birlikte ABD’nin ‘Ortadoğu valisi’ gibi çalışan Türkiye Büyükelçisi Tom Barrack ise ‘verilen sözler tutuldu’ açıklaması yaptı[1].
Lübnan’da yabancı güçlerin baskısı, yakın tarihin en yüksek seviyelerinde. Üstelik etkileri sadece Başbakan Selam ve Cumhurbaşkanı Joseph Avn’ın seçimi ile sınırlı değil. Aynı zamanda ülke yönetiminin önemli bir bileşeni olan Hizbullah’ı hem askeri hem de siyasi olarak sahne dışına itmeyi amaçlıyor. Bu doğrultuda ABD, masaya koyduğu maddelerin kabul edilmemesi halinde sopa göstermekten çekinmiyor.
Temmuz ayında Barrack, tehditkâr bir şekilde Hizbullah’ın silahsızlandırılmaması halinde Lübnan’ın ‘bölgesel güçlerin eline geçebileceğini’ söylemişti: “Lübnan, Hizbullah’ın silahları meselesini ele almak zorunda, aksi takdirde varoluşsal bir tehdit ile karşı karşıya kalabilir. Bir yanda İsrail, diğer yanda İran var, şimdi ise Suriye çok hızlı bir şekilde kendini yeniden gösteriyor.” Barrack’ın özellikle “Bölgesel yeniden yapılanma sürecine uyum sağlama konusunda hızlı hareket etmezse ülke Bilad eş-Şam’a geri dönecek” sözleri olası bir Suriye saldırısına yeşil ışık olarak algılandı. ‘Bilad eş-Şam’ terimi, tarihsel olarak Osmanlı döneminde bugünkü Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin’i kapsayan ‘Büyük Suriye’yi ifade ediyor [2].
Mayıs ayında Lübnanlı siyasi analist Dr. Anis Germani ile yaptığımız söyleşide de Suriye’de değişen iktidarın Lübnan’ı nasıl etkilediğini ayrıntılı bir şekilde incelemiştik [3]. “Selefi diktatörlüğün ideolojik ve şiddet yanlısı doğası, Lübnan’ın çoğulcu siyasi dokusuna doğrudan bir tehdit oluşturuyor” diyen Germani, Heyet-i Tahrir’uş Şam (HTŞ) güçlerinin iki kez Lübnan’a saldırdığını ve Suriyeli Alevi ve Dürzi halklarını karşı katliamlar gerçekleştirdiğini hatırlatmıştı: “Bu durum Lübnan’a doğru bir kez daha bir yerinden edilme dalgalarının oluşmasına ve mezhepsel şiddetin Suriye sınırından taşması korkusuna yol açtı.”
Önce Litani nehri, şimdi tüm ülke
Tüm bu tehditlerin dikkat çekici bir noktası ise İsrail saldırılarının durması için yeni bir şart olarak sunulması. Öyle ki, şimdiye kadar BM Güvenlik Konseyinin 1701 sayılı kararının uygulanmasını talep ediliyordu. Ancak ‘silahsızlandırılma’ sonradan gayriresmi şartlara dâhil edildi.
2006 İsrail-Lübnan savaşını sonlandırmak için hazırlanan karar Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını, Lübnan ordusu ve UNIFIL’in güney sınırına konuşlandırılmasını öngörürken, İsrail’in saldırıları durdurmasını ve Lübnan topraklarından çekilmesini şart koşuyordu. Ancak anlaşma fiilen işlemedi. Öyle ki 2006 yılından bu yana İsrail, Lübnan hava sahasını binlerce kez ihlal ederek Lübnan’ın egemenlik haklarını tanımadı. Bu denklemde Hizbullah da Litani Nehri’nin kuzeyine geçmeyi ve silahsızlanmayı reddetti [4].
Şimdi ise Hizbullah’ın silahsızlandırılması sadece Litani Nehrini’nin güneyini değil tüm ülke çapını kapsıyor. Bu da sadece güneyden gelecek İsrail saldırılana değil, Şii nüfusun çoğunlukta olduğu Beka gibi Suriye sınırındaki bölgelere yönelik olası saldırılara karşı da Lübnan’ın bir bölümünü savunmasız bırakabileceği ihtimalini doğuruyor.
İsrail’in BM Kararını ne kadar uygulayacağı ise başka bir soru işareti. Tel Aviv, sadece Lübnan üzerindeki kararı dahi defalarca çiğnemedi; aynı zamanda Filistin’de ya da Suriye’de BM’nin aldığı kararları yok hükmünde saydı. İsrail’in işgal ettiği Batı Şeria, Golan Tepeleri ve Doğu Kudüs’ten çekilmesi ve yasadışı yerleşimlerin inşasını durdurması yönündeki 425 ve 242 sayılı BMGK Kararları ya da Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkını güvence altına alan 338 sayılı BMGK Kararı bunlardan sadece birkaçı.
Hizbullah ne diyor?
Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri Şeyh Naim Kasım, Lübnan direnişinin silah bırakmasını öngören ABD’nin sunduğu planın ‘Siyonist İsrail’in lehine’ olduğunu açıkladı. “Silahlarımızı teslim edersek saldırganlık durmayacak. Siyonist yetkililer bunu açıkça dile getiriyor” ifadelerini kullanan Kasım, İsrail’in uymadığı ateşkesten rahatsızlık duyduğunu söyledi:
“Hizbullah, ateşkes anlaşmasının hükümlerine tamamen uymuştur. Ancak İsrail tarafı anlaşmayı binlerce kez ihlal etti. İsrail bu anlaşmadan pişmanlık duymuştur. Siyonistler söz konusu anlaşmanın Hizbullah’a Lübnan’daki varlığını sürdürme gücü vereceğine inandığı için anlaşmaya uymuyor.”
Hizbullah’ın parlamento grubu adına açıklama yapan Milletvekili Muhammed Raad da benzer bir şekilde konuştu ve hükümetin kararını ‘intihar’ olarak değerlendirdi [5]. Silahsızlandırma kararının düşmana iç siyasi istikrarı bozmak için alan açtığını ve asıl amacın ‘gündemi Lübnan-İsrail ekseninden çıkartıp ‘iç sorun’ haline getirmek’ olduğunu dile getirdi. Yetkililere “Silahlarımızı teslim edersek, İsraillilerin başka bir şey talep etmeyeceğini garanti edebilir misiniz?” diye sorduğunda kendisine “Onu o zaman göreceğiz” dendiğini söyleyen Raad silahların teslim edilmesi durumunda ülkenin savunmasız kalacağını söyledi:
“Devlet, kendi imkânlarıyla otoritesini sağlayabilir, ancak düşmanla yüzleşemez. Direnişin silahları, 1982’den 2025’e kadar Lübnan’ı korudu, özgürleştirdi, zafer kazandırdı, caydırıcılık dengesi oluşturdu ve düşmanın yayılmacı projesini çökertti.”
Eylül 2024’te İsrail’in düzenlediği bir suikasta uğrayan Hizbullah’ın eski Genel Sekreteri Hasan Nasrallah da hayatını kaybetmeden önce olası ‘silahsızlandırma’ gündemine dair bir takım açıklamalarda bulunmuştu:
“Gazze’de yaşananlar şunu kanıtlıyor: uluslararası kurumların, uluslararası düzenin, uluslararası toplumun ve uluslararası hukukun hiçbir halkı koruyamaz. Kimseyi koruyamaz, bunu ezberleyin ey Lübnanlılar. Gazze’de 22 bin ölü ve 60 bine yakın yaralı var[6] ve uluslararası toplumsa sadece izliyor. Ve kimi Lübnanlılar var ki bunu izleyip diyorlar ki ‘Silahlarınızı bırakın’, ‘BM Kararı bizi koruyacak’, ‘uluslararası toplum bizim koruyacak’… Şunu söylememe izin verin, bu konu artık bir perspektif farkından ibaret değil, ‘Burada bir fikir var, öbür tarafta başka bir fikir var bu yüzden farklı görüşlere saygı göstermeliyiz’. Hayır, bu artık kalplerin, görüşlerin ve sezgilerin körlüğüne dönüştü. Bu deneyim gösteriyor ki, eğer zayıfsan dünya seni ne tanıyacak, ne koruyup kollayacak ne de senin için ağlayacak. Sizi koruyacak olan sizin gücünüzdür, cesaretinizdir, yumruklarınızdır, silahlarınızdır, füzelerinizdir ve cephedeki varlığınızdır. Eğer güçlüyseniz, o zaman dünyanın saygısına hâkim olursunuz.”
“Lübnan gerçeği normal değil”
Normal şartlar altında bir ülke içerisinde ulusal ordu haricinde silahlı grupların meşruiyeti ciddi bir tartışma yaratabilir. Fakat Lübnan gibi merkezi hükümetin ve merkezi ordunun son derece yetersiz kaldığı bir ülkede tartışmayı Hizbullah ile sınırlamak ciddi bir boşluk yaratıyor.
Konu hakkında geçtiğimiz hafta bir yazı kaleme alan Al Akhbar gazetesi yazarı Omar Naşabe, şöyle söylüyor[7]:
“Elbette, normal şartlar altında silahlı grupların bir ulusal ordudan bağımsız hareket etmeleri anayasal normlara ve demokratik yönetime aykırı olurdu. Ancak Lübnan’ın gerçeği normal değil. Yabancı bir işgal varlığını korurken ve ulusal ordu işgal edilmiş toprakları kurtarmaktan aciz olduğunda kurallar değişir. Güney Lübnan halkı devlete karşı ayaklanmıyor; onun bir parçasılar. Askeri kurumlar onların haklarını, köylerini ve mülklerini koruyamadığında bu boşluğu kendi canları ve kendi silahlarıyla doldurmak için devreye giriyorlar.
Bu sırada İsrail, Güney Lübnan, Golan Tepeleri, Batı Şeria ve Gazze’den çekilmeyi reddederek ve işgalini Suriye ve Filistin genelinde genişleterek uluslararası hukuka meydan okumaya devam ediyor. Buna rağmen kimi Lübnanlılar, direnişin silahsızlandırılmasının bir şekilde ülkkeye barış, refah ve istikrar getireceği illüzyonuna kapılıyor.
İsrail 21 aydır savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işliyor, soykırıma girişiyor. Yine de Lübnan medyasının bir kısmı hâlâ saldırgana teslim olmanın çözüm olduğunu savunuyor. Suriye’de yaşananları görmezden geliyorlar; Golan Tepeleri ve Hermon Dağı savaşmadan teslim edildi. Takibinde barış gelmedi. Bunun yerine İsrail, Dera’yı işgal etti, Şam’ın merkezini bombaladı ve Suriye ordusundan geriye kalanları sahip olduğu dokunulmazlık sayesinde yok etti.”
Lübnan’ı neler bekliyor?
Yine Al Akhbar yayınlanan başka bir yazıya göre Hizbullah, karara muhalefetine rağmen doğrudan devletle karşı karşıya gelmek istemiyor[8]. Yazar Ali Haidar’a göre ABD ve İsrail’in Lübnan’daki siyasi ve askeri yeniden şekillendirme girişimine karşı Hizbullah’ın önünde üç yol var: ABD-İsrail dayatmalarına boyun eğmek, devletle doğrudan yüzleşmek veya iç çatışmadan kaçınarak siyasi olarak çarpışmak. Haidar, Hizbullah’ın en az bedel ile en etkli yol olan üçüncü seçeneği tercih ettiği görüşünde. Yine de Hizbullah’ın önüde zorlu bir siyasi mücadele yolu var.
Silahsızlandırma kararının Lübnan’da yeni bir iç savaş yaratıp yaratmayacağı yönünde tahminler yapmak için henüz erken. Bu kararın nasıl uygulanacağı ya da Hizbullah’ın yapacağı hamleler ile uygulanıp uygulanmayacağı bilinmiyor. Gerçek olan şu ki söz konusu karar ‘Lübnanlıların’ değil, ABD’nin ve İsrail’in rahatı gözetilerek gündeme getiriliyor.
İsrail saldırganlığını herhangi bir anlaşma ile güvence altına almak pek mümkün değil. Yıllar önce Filistin yönetiminin İsrail ile Beyaz Saray’da yaptığı görüşmeler ve varılan Oslo Anlaşması, bugün Batı Şeria’da devam eden işgali engellemedi. Hatta tersine Filistin Kurtuluş Örgütü’nin (FKÖ) militan kanadını eritirken işgal daha fazla yerleşim yeri ile her gün bir önceki günden daha da can yakıcı hale getirdi.
Lübnan’ın da tarihi benzer pek çok deneyimle dolu. Hizbullah’ın varlık nedeninin, İsrail işgaline karşı direnişe dayandığını da unutmamak lazım. Üstelik İsrail, daha henüz ortada Hizbullah yokken de defalarca Lübnan’ı işgal etmişti. Direnişe neden olan saldırganlık yok olmadan Lübnan’ı ‘güzel günlerin’ beklediğini düşüncesini herhangi bir tarihsel zemine oturtmak mümkün değil.