Eşdeğer hayatlar önerildi bize bir zamanlar. Birileri masaya oturup, bir yaşam biçimini diğerine denklemeye kalktı. Göçle, zorla, savaşla, ‘hukukla’. Evinden edilenin yerini ev vererek doldurmak istediler. Tapuları, yerinden edilmişliğe merhem saydılar.
Oysa bu topraklar sadece haritalarla değil, ağıtlarla, yüzlerle, hikâyelerle kaydolmuştu. “Eşdeğer” dendiğinde, neyin eşdeğeri olduğunu sormadık. Eşdeğer kehanetler bile kurulmadı. Çünkü kimse başka birinin yurdunda yaşarken geleceğin ne getireceğini düşünmek istemez.
Bugün zenginlik dediğimiz şeyin bir kısmı, savaşın ardından gelen suskunlukta yeşerdi. 1974 sonrası kuzeye yerleştirilen binlerce Anadolu kökenli Türk, terk edilmiş evlere yerleştirildiğinde bu, birçokları için bir kurtuluş, bir yeniden başlama umuduydu. Ama bu “başlangıç” başkasının sonuydu. Birinin sürgünü, diğerinin yerleşimi oldu. Ve zamanla bu geçici yerleşimler kalıcılığa, buza dönüşen bir hak iddiasına evrildi.
Bize mülk verildi; ama hak verilmedi. Komşularımızın kim olduğunu sormadan büyüdük. Sessizlikle çevrili bir bolluk içinde. Bu bolluk, eksiltilmiş başka hayatların aynasında büyüyordu. Ve bu bolluk, yalnızca evlerle değil, tarlalarla, işyerleriyle, zeytinliklerle geldi. Bugün bazı ailelerin serveti, tapusu olmayan ama çitlenmiş bir geçmişin üstüne inşa edildi.
Adına ‘ganimet’ denildi. Ama ganimet nedir? Ganimet, savaşın gölgesinde ele geçirilmiş ama asla sahip olunamayacak şeydir.
Sahip olmak, hak etmekle aynı şey değil. Bize verilen evlerin duvarlarında, geçmiş sahiplerinin nefesleri kaldı. Gardıroplarda kalan elbiseler, duvarlarda asılı resimler, toprağın altında gömülü mektuplar. Her yeni ev sahibi, biraz da eski evin hayaletini miras aldı.
Etik ihanet tam da burada başlıyor: Sessizce bu hayaletle yaşamayı kabul ettiğimizde. Hiç sorgulamadan, neyin içinde yaşadığımızı bilmek istemediğimizde. “Ben yapmadım, ben yerleştirildim” diyerek olanı biteni normalleştirdiğimizde. Peki ya ganimetin konforu içinde büyüyen yeni nesil? Onlar da mı bilmiyor? Yoksa artık bilmek istemiyorlar mı?
Kıbrıs’ta bugün hâlâ “mal meselesi” çözülmedi. Çünkü mesele yalnızca mal değil. Mesele, geçmişle yüzleşmeyi gerektiriyor. Ve hiçbir mahkeme, etik ihanetin faturasını çıkaramaz. Bazı suçlar yasayla değil, yalnızca yüzleşmeyle anlaşılır. Yerleşen zenginleşti, terk eden yoksullaştı. Bu bir denklem değil, bir çöküştür. Ve bu çöküşün içinden çıkmadan, hiçbir çözüm adil olmayacak.
Eşdeğer hayatlar yoktur. Eşitliği zemin sananlar, çoğu kez binanın kendisini yanlış inşa eder. Çünkü zemin kayıpsa, üstüne ne kurarsan kur, bir gün çöker.
Eğer biz bu adada gerçekten barış istiyorsak, önce hangi hayatların üstüne basarak yükseldiğimizi bilmeliyiz. Her servet, bir sessizliğin içinden doğdu. Her apartman, yerinden edilmiş birinin anılarıyla yükseldi.
Ve her tapu, bir kefalet belgesidir: geçmişe, adalete, hayal kırıklığına karşı.
Bu adada kimse ev sahibi değil. Hepimiz misafiriz. Mülkün değil, hatıraların koruyucusuyuz belki en fazla. O yüzden yeni bir etik dil, yeni bir yüzleşme kültürü gerek. Ganimet yerine adalet, eşdeğerlik yerine hakikat, sessizlik yerine diyalog gerek.
Aksi takdirde; bir sonraki savaşın tohumları, bugünkü ganimet sofralarında çoktan ekilmiş olur.