2006 yılında, Krakow kentinde yapılan uluslararası toplantı programı çerçevesinde, içinde benim de olduğum heyeti, Naziler’in en önemli toplama kampları olan Auschwiltz ve Birkenau’ya ziyarete götürmüşlerdi.
Savaş çığırtkanlığı yapıp, şiddeti meşru gören her hasta ruhlu bireyi, tedavi maksadıyla bu kamplara götürüp, oralarda insanlığın öldüğü dönemlerde yaşanan şiddet ve vahşetin izlerini göstermenin yararlı olacağını düşünmekteyim.
II. Dünya Savaşı’nın yaşandığı o karanlık günlerde, kampa zorla getirilen insanların, Alman denizaltı personeline çorap yapmak için kesilen saçlarının dolu olduğu odaları görebilirsiniz.
Kadledilen insanlardan kalan, bebek patisinden çocuk ve yetişkin insanların giydiği odalar dolusu ayakkabıyı, çanta ve valizleri veya onların kullandığı yığınlarca eşyayı görüp insan olduğunuzdan utanırsınız.
Bu acıların yaşandığı ortamda gezerken, oradaki hüznü hisseder, vahşetin ne demek olduğunu anlarsınız.
Özellikle, insanların zircon-B gazı vererek topluca kadledildiği ölüm sığınaklarını, bir kişinin sürekli ayakta durması için yapılmış daracık hücreleri, insanların kurşuna dizildikleri infaz alanlarını, cesetlerin yakıldığı dev fırınları ve insan küllerinden oluşan yığınları görerek savaşın, şiddetin ve yıkımın ne olduğunu daha da iyi anlarsınız.
Toplu infazların yapıldığı sığınaklara zircon-B gazı vermeden önce, zorla kıyafetleri çıkarılan insanları su sıkarak ıslatma yerine, su harcamamak için sığınağa alabileceğinden çok insan sığdırarak, sıcaklığın artması ve terlemeleri sağlanarak zehirli gazın daha etkili öldürdüğünü burada öğrenirsiniz.
O sığınakta insanların çoluk çocuk, kadın, erkek son anlarında neler yaşadıklarını hisseder insanlığınızdan utanırsınız.
Savaşın yaşandığı insanlık tarihinin bu en karanlık günlerinde, soykırıma uğrayan Yahudilerin bugün benzer uygulamaları Gazze’de Filistinlilere yapmaları, çıkarlar uğruna insanların tarihten dersler çıkarmadığını göstermektedir.
Acıyı, gözyaşını, göçmenliği savaşı yaşayan bir ülkenin insanları olarak, insan ayrımı yapmadan, barışı, dostluğu, paylaşmayı, hoşgörüyü savunmanın bir insanlık borcu olduğunu vurgulamakta yarar görüyorum.
Kıbrıs’ta son günlerde ganimet zihniyeti ile hareket eden bir avuç çıkarcının, başkasının mülküne konmak için yarattığı “mülkiyet sorununda” yaşananlar insanlık ayıbına dönüşmüştür.
Yatırımcıları ülkemize davet ederek, siyasi rant sağlamak uğruna onlara devlet güvencesi veren Türkiye yetkilileri ve buradaki işbirlikçiler şimdi de “rehine siyaseti” ile olayı tırmandırıp, çatışma yaratmak için uğraş vermektedirler.
Güneyde tutuklanan yabancı iş insanlarına karşılık kuzeye geçen suçsuz Kıbrıslı Rumları uyduruk gerekçelerle tutuklayıp, insani olmayan hücrelere tıkmaya başlamışlardır.
Bu tutuklamalarla birlikte TMT’nin 1960’lı yıllarda uyguladığı yöntemlerle, “tutuklanan kişileri karşılıklı değiş tokuş yapalım” teklifi kapalı kapılar arkasında güneye iletilmektedir.
Hukukun üstünlüğü bir devletin varlığının temelidir.
TC Devlet Bakanı Cevdet Yılmaz’dan aldıkları talimatla hareket eden ve “bağımsız egemen devleti” dillerinden düşürmeyen Ankara’nın memurları, yeraltı örgütü yöntemleri ile devlet yönettiklerini sanmaktadırlar.
Tutuklanan Rumların avukatının bana anlattıkları Nazi toplama kamplarını aratmayacak rezilliklerle doludur.
Dışarıda, gölgede sıcaklığın 45 dereceyi bulduğu bu günlerde, İskele Polis Müdürlüğü bodrum katında, havalandırması, ısıtma ve soğutması olmayan hücrelerde 50 derece sıcaklıkta insanların duruşma gününe kadar alıkonması neye hizmet etmektedir?
Eminimki diğer polis karakollarında da durum bundan farksızdır.
Nefes almanın bile zor olduğu bu yerde avukatın “ben ancak yarım saat dayanabildim” sözü insanlığın bittiğinin özetidir.
Suçlu olsun veya olmasın, etnik kimliğine, dinine, diline, rengine, cinsiyetine bakılmaksızın bir tutuklu devletin sorumluluğu altındadır ve yaşam bütünlüğü için insani koşullarda tutulmalıdır.
50 derece sıcaklığı olan, havasız bir hücrede insanları tutmak Nazi toplama kamplarından da beterdir.