İktisatçı Robert’ın pasajı, yalnızca geçmişteki iki dünya savaşının değil, günümüzün artan militarizminin ve jeopolitik gerilimlerinin de bir habercisi olduğuydu. Robert, “Kapitalizm krizde. Ekonomik, ekolojik ve ahlaki olarak. Ama mesele krizde olması değil, asıl soru; bizim nasıl cevap vereceğimiz” ifadelerini kullandı
“Ya Sosyalizm ya Barbarlık” bir duvar yazısı ya da sokakta duyduğum bir slogan değildi bu kez. Sosyalistler, Londra’da bulunan Marx Memorial Library’de 29 Mart’ta düzenledikleri ve “bir günlük okul” dedikleri konferansa, Rosa Luxemburg’dan ilham alarak, bu başlığı seçmişlerdi.
Aktivistler, iktisatçılar, sendikacılar, akademisyenler ve politikacılar küresel krizin boyutlarını birlikte tartışmak ve bu krizden çıkış yollarını birlikte düşünmek için bir araya geldiler. Gün boyunca anlatılanlar hem bir uyarı hem de anlamaya, anlatmaya ve harekete geçmeye dair acil bir çağrıydı.
KAPİTALİZM KAOSTUR – KÜRESEL KRİZİ ANLAMAK
Etkinliğin ilk oturumu, “Kapitalizm Kaostur – Küresel Krizi Anlamak” başlığını taşıyordu. Panele katılanlar ne içlerini ferahlatacak sözler duydu, ne de umut tacirliği. Aksine, yaşadığımız çağın sertliği ve karşı karşıya olduğumuz krizin tüm ağırlığıyla yüzleşmemizi sağlayan keskin bir netlik sunuldu. Ve bu netliğin, en az umut kadar gerekli olduğu açıktı.
Panelin ilk konuşmacısı olan iktisatçı Michael Roberts, “Geride bıraktığımız on yıl, ekonomik büyüme açısından yüzyılın en zayıf dönemiydi” diyerek söze başladı. Kapitalizmin içinde olduğu krizi grafikler, veriler ve analizlerle ortaya koydu. 2008 kriziyle başlayan ekonomik çöküşün; COVID, enflasyon, verimsizlik ve borç sarmalıyla daha da derinleştiğini gösterdi. ABD ve Euro Bölgesi’nin üretim gücündeki kalıcı düşüşlere işaret etti. “Kaybolan işler, kaybolan gelirler, kaybolan gelecekler… Bunların hiçbiri geri gelmeyecek; hiçbir şey işlemiyor, her şey pahalı ve dünya yanıyor. Ama sermaye için işler hâlâ yolunda,” dedi. Kapitalizmin hayatta kalmak için yalnızca kâr odaklı yatırım yaptığını, ama kâr elde etme oranının giderek düştüğünü, sermayenin finansal spekülasyona yöneldiğini vurguladı. “Ve en tehlikelisi: Çoğu şirket sadece borçla ayakta kalıyor,” diyerek bu şirketleri “zombi şirketler” olarak tanımladı. Çoğunun borçla yaşayan, ayakta kalmak için çırpınan firmalar olduklarını söyledi. Bu tabloya, gelir uçurumunun eşlik ettiğini, dünyanın yarısının günde 6.85 doların altında yaşadığını; buna karşın nüfusun %1’ini oluşturan oligarşinin ise küresel servetin yüzde 45’ine sahip olduğunu hatırlattı. “Küreselleşme çağı dediğimiz şey artık bitti, şimdi ticaret savaşları ve ekonomik milliyetçilik çağındayız” diyerek, küresel borç seviyesinin 318 trilyon doları geçtiğini ve yeni bir ekonomik krizin kapıda olduğunu vurguladı.
Roberts daha sonra iklim krizine de değinerek, 2024’te dünya sıcaklıklarının 1.5°C eşiğini aştığını hatırlattı. COP28’de, fosil yakıt devlerinin “petrolü bırakmak fantezidir” açıklamalarına atıfta bulunarak, “Artık rol yapmayı bile bıraktılar. Gezegeni kurtarmak adına hiçbir şey yapmıyorlar” dedi.
Konuşmasını bitirirken kapitalizmin kendini bu krizden kurtarmak için deneyeceği üç olası senaryodan söz etti:
Yaratıcı Yıkım ve durgunluk: Sermaye yeniden kârlı hale gelsin diye bir durgunluk dalgası. Acımasız ama tanıdık.
Teknoloji devrimi: Yapay zekâya umut bağlamak. Ancak yaygın etki için on yıllar gerekebilir.
Savaş: “Kapitalizm barıştan kâr edemiyorsa, yıkımdan eder.”

Ardından, tarihin içinden gelen bir yankıyla salona seslendi. Engels’in 1887’de kaleme aldığı ve dönemin sosyal demokrat lideri Karl Kautsky’nin “uyumlu küresel genişleme” hayaline karşı çıkan satırlarını hatırlattı. Engels, artan rekabetin kaçınılmaz biçimde yeni bir Avrupa savaşına yol açacağını yazmıştı. Engels’in uyarısı yalnızca bir savaş değil, o dönemde tahayyül edilemeyen büyüklükte bir kıyımı işaret ediyordu:
“Silahlanma alanında karşılıklı üstünlük sağlama yarışı sistematik olarak gelişecektir. Bu da öyle bir dünya savaşına, hem de şimdiye dek tahayyül edilmemiş boyutta ve şiddette bir dünya savaşına yol açacaktır. Sekiz ila on milyon asker birbirinin boğazına sarılacak ve bu süreçte Avrupa’yı, bir çekirge sürüsünden bile beter soyup soğana çevireceklerdir.” (Marx-Engels Toplu Eserler Cilt 26, s. 451)
Roberts bu pasajı, yalnızca geçmişteki iki dünya savaşının değil, günümüzün artan militarizminin ve jeopolitik gerilimlerinin de bir habercisi olarak sundu. “Kapitalizm krizde. Ekonomik, ekolojik ve ahlaki olarak. Ama mesele krizde olması değil,” asıl soru; bizim nasıl cevap vereceğimiz.” dedi.
Michael Roberts’tan sonra kürsüye çıkan eski Gölge Maliye Bakanı ve İşçi Partisi milletvekili John McDonnell, bu ekonomik tablonun halka yansıyan boyutuna odaklandı. “Size moral vermeye gelmedim,” diyerek söze başladı.
Britanya’da 2008 ve sonrasının kriz anatomisini çizerek, kemer sıkma politikalarının halkı daha da yoksullaştırdığını, ekonomik krizle başlayan güvensizliğin, adalet yerine zenginleri koruyan politikalarla derinleştiğini, söyledi. “Hayatımda gördüğüm en tehlikeli dönemden geçiyoruz. Bu sadece ekonomik değil, siyasi ve sosyal bir çöküş dönemi,” diyordu.
Kapitalizmin krizinin, faşizmin yükselişiyle nasıl el ele gittiğini hatırlatarak, “İnsanlar yalnız bırakıldıklarında, umutsuzluğa kapılırlar ve o boşlukta faşizm filizlenir.” dedi.
Kendi seçim bölgesi olan Hayes ve Harlington’ı Britanya işçi sınıfı tarihinin bir mikrokozmosu olarak tanımladı. “Milliyetçi Cephe’ye, BNP’ye karşı ilk direnen bizdik. Ama şimdi, “dışarıda” değiller. Takım elbise giyiyorlar— Parlamento’dalar ve dört milyon oyları var” diyerek öfkesini ve kaygısını vurguladı. Bir gece önce Birmingham’da Reform UK’nin mitingine karşı yapılan protestodaydı. Bu partiyi ‘aşırı sağ’ olarak tanımlamanın hafif kaldığını belirterek, “açıkça faşist olduklarını söylemek gerek,” dedi. “Ve eğer dikkatli olmazsak, faşizmin bütün kriterlerine uyan bir partinin seçim kazanmasına tanıklık edeceğiz.”
2017’de Jeremy Corbyn liderliğindeki yükselişi ve ardından medya linçleri, milyarder destekli kampanyalarla yapılan siyasi sabotajı hatırlattı. “İnsanlar sadece Jeremy’yi değil, o hareketin yarattığı umudu da kaybetti.”
Bugün gelinen noktada, Starmer liderliğindeki İşçi Partisi’ni sert şekilde eleştirdi. Özellikle engelli hakları üzerindeki kesintiler karşısında duyduğu öfkeyi gizlemedi: “Bu artık sadece politik bir mesele değil, ahlaki bir mesele.” Sendikalara da çağrı yaparak; “Artık iki tarafa da oynayamazsınız. Hem mitingde adaleti savunup hem kapalı kapılar ardında Starmer politikalarına oy veremezsiniz,” dedi.
Bütün bu karanlık tabloya rağmen karamsarlığa yer olmadığını, panzehirin “netlik, dayanışma ve örgütlenme” olduğunu vurguladı. “Hepimiz bütün bu olan biteni birbirimize anlatmalıyız. Sendikalarda, grev hatlarında, evlerimizde… Her yerde. Ve sokaklar… Sokağa, sadece gösterilere çağrıldığımızda çıkamayız. Direniş alanları yaratmalıyız. Farage 10 bin kişiyle meydanlara çıkarsa, biz 50 bin olmalıyız. Sandığa aday koyarsa, birleşmeli ve onu sandıkta yenmeliyiz.” Direnişin yalnızca duyguyla değil, stratejiyle de yürütülmesi gerektiğini vurguladı. Özellikle engelli hakları konusundaki kesintilere karşı verilen mücadelenin önemine dikkat çekerek, “Eğer şimdi kesintileri durdurabilirsek, herkese şu mesajı vereceğiz; değişim hâlâ mümkün, hem de şimdi” dedi.
“LATİN AMERİKA TRUMP’A KARŞI DİRENİYOR”
Etkinliğin ikinci panelinde, Latin Amerika’dan gelen sesler, direnerek kazanmanın mümkün olduğunu gösteriyordu.
Ekvadorlu aktivist Fidel Narváez konuşmasına, ABD’nin Venezuela’ya yönelik ablukasını anlatarak başladı. Trump yönetiminin uyguladığı yaptırımların, Venezuela’nın uluslararası finans piyasalarına erişimini engellediğini anlattı. Devlet petrol şirketi PDVSA’nın gelirleri düştü, CITGO gibi varlıklar donduruldu. “Bu sadece yaptırım değil, ekonomik savaştır,” dedi. Trump yönetiminin politikalarının rejim değişikliğini hedeflediğini, hükümeti devirmeye çalıştığını vurguladı.
Ekvador’a geçtiğinde sesi biraz daha umutluydu. 13 Nisan’da yapılacak olan seçimleri, “toplumsal adaleti geri kazanma fırsatı” olarak gördüğünü söyledi. “Luisa González seçilirse, sadece ilk kadın başkan olmayacak; aynı zamanda bölgesel dayanışmanın da işareti olacak. Yalnızca Ekvador için değil, tüm bölge için bir dönüm noktası olacak” dedi.
Narváez, emperyalist güçlerin sadece yaptırımlar ve darbelerle değil, dezenformasyon ve manipülasyonlarla da ne kadar tehlikeli olduğuna dikkat çekerek; Leopoldo López gibi darbeci, sağcı figürlerin LSE gibi prestijli üniversitelere davet edilmesini, demokrasi savunucusu gibi sunulmasını eleştirdi. “Sadece yaptırımlara değil, karalama kampanyalarına ve propagandalarına karşı da uyanık olmalıyız,” uyarısında bulundu.
Arjantin’den Paula Serafini, Javier Milei yönetimindeki Arjantin’in aşırı sağ politikalarının Trump’la benzerliğine dikkat çekti: kamusal hizmetlerde kesintiler, sosyal yardımların kaldırılması ve sonunda ABD şirketlerine tam teslimiyetin sağlanmasının amaçlandığını anlattı. Bütün bunlara rağmen ortaya çıkan yeni bir direnişin varlığından söz etti. “Kimsenin bizi kurtarmasını beklemiyoruz. Birbirimizi kurtarıyoruz,” dedi.
Milei’nin Davos’taki konuşmasında feminizmi pedofiliyle bir tutması, ülkede LGBT+ öncülüğünde yeni bir anti-faşist cephe doğurduğunu ve bu cephenin ardından emekliler, futbol taraftarları ve sendikaların bir araya gelerek haftalık yürüyüşler yapmaya başladığını anlattı. “Bu direniş, partilerden değil, sokaktan yükseliyor. Tabandan gelen, kuşaklararası bir hareket bu,” dedi. “Ve çok kararlılar,” diye ekledi.
Panelin son konuşmacısı David Raby, Meksika’daki başarı hikâyesini aktardı. AMLO (Andrés Manuel López Obrador) ve ardından Claudia Sheinbaum’un liderliğinde kamu yatırımlarının, enerji şirketlerinin yeniden kamulaştırıldığını anlattı. “Yabancı sermaye kabul ediliyor ama Meksika’nın şartlarında,” dedi. “Ve en önemlisi: İktidar, halk adına, halk için kullanılıyor.” Sheinbaum’un, Trump’ın gümrük vergisi tehdidine karşı meydan okuduğunu ve Trump’a geri adım attırdığını anlattı. “Eğer siz vergi koyarsanız, sizin sanayiniz de zarar görür,” diyerek masaya oturdular ve kazandılar,” dedi.
Meksika, bir ülkenin emperyalizme boyun eğmeden nasıl yönetilebileceğini gösteriyor. Ve dünyanın pek çok ülkesindeki karanlık tabloya karşı, Latin Amerika parlayan bir ışık gibi yükseliyor, kaosun içinde pusula olmaya devam ediyor. Kusursuz oldukları için değil, cesaret ettikleri için.
İki paneli birbirine bağlayan—grafiklerden tanıklıklara, insanlardan kıtalara uzanan çizgi—evrensel bir direnişin, ortak mücadelenin zorunluluğuydu. Venezuela’nın direnişi, Arjantin’in sokakları, Meksika’nın diplomatik zaferleri… Hepsi aynı gerçeği haykırıyor: Kriz küresel olabilir, ama direniş de öyle. Konuşmacılardan birinin söylediği gibi; “Onlar duvarlar inşa ediyorsa, biz köprüler kurarız.”