Kendi halkını suçüstü yakalamakta ustalaşmış faşist bir yönetim altında yaşıyoruz. Suçüstü artık, hırsızın bileklerine kelepçe takmak değil; insanları borcundan, suyundan, elektriğinden, internetinden, nefesinden yakalamak. Tüm yasaklar yasaklansa daha az suç, daha az hasta olacak…
Yakalayıp bırakmamak, bırakmayıp da yarasa kanı emer gibi emmek. Burada adalet, kaynağı kesilen bir musluk gibi aniden duruyor; ama ceza sistemi, alkol ölçerler, narkotik, yapay zekâ kameraları, trafik cezaları, vergi tahakkukları hep çalışıyor, hep “güvenliğimize yatırım” olarak orada duruyor.
Bu ülkenin hükümeti, gelir yaratmayı halkın yaşam damarlarını sıkıştırmakla “eşdeğer” tutuyor. Kirli işleri, yolsuzlukları, rüşvet ağlarını besleyen kaynak kesilmeden, hastanenin elektriği, köyün suyu, internet kesilebiliyor.
Yaşadıklarımız ne tesadüf ne de basit rastlantı. Hayat, ihmal edilmiş planların, ertelenmiş kararların ve görmezden gelinmiş uyarıların üst üste yığıldığı bir enkaza dönüşmüş durumda.
Her yangın, patlama, çöküş “tesadüf” değil, kader değil, Allah’ın işi değil. Bu, yönetilemeyen ve kurtarıcı bekleyen bir ha(l)ksızlığın, hayatta kalmaya çalışırken sistematik olarak, susarak yozlaşmasıdır.
Her travma artık rastlantı değil, hesabı verilmeyen bir zincirin devamı. Temel yaşamın—elektrik, su, internet gibi—sürekliliğinin kırılması sadece günlük konforumuzu değil, toplumsal sağlığımızı da yok ediyor.
Bu boşluklar sadece bireysel çaresizlik yaratmıyor; şiddete, suça, hastalığa da zemin hazırlıyor. Sonra ya hasta oluyorsunuz ya suçlu…
Damgalanmak çok kolay, hem de bu olanlara sosyal medyada klavye şövalyesi kesilen, pratikte hiçbir şey yapmayan halk tarafından.
Sokakta daha çok kavga, evde daha çok gerilim, karanlıkta daha çok gasp oluyor. Yani mesele sadece faturanın ödenememesi değil; bu kesintiler toplumun damarlarında pıhtı oluşturuyor.
İronik olan, hükümetin kirli işlerinin kaynağı hiç kesilmezken, halkın damarına giden temiz suyu, elektriği, interneti kolayca kesebilmesi. Üstelik bu baskı mekanizması “güvenlik” adı altında süsleniyor; alkol kontrolleri, yapay zekâ kameraları, hız tuzaklarıyla ceza yağdırıyorlar.
Sanki ülkeyi kalkındıran, halkın ceza puanları, tahsilat makbuzları, ödeme planlarıymış gibi. Hırsızın elindeki çantayı almak yerine, markete girip ekmek çalan çocuğun cebinden son bozukluğu almaya benziyor bu. Daha da acısı, buna insan hakları savunucuları bile susabiliyor; çünkü bazı haksızlıklar öncelikli oluyor, bazıları görmezden geliniyor.
Bunlar kurtarıcı bekleyen bir ha(l)ksızlığın kadersizliği.
Bir toplum haklarını ancak kriz anında hatırlıyorsa, sessizlik suç ortaklığına dönüşür. Ne kader, ne tesadüf: bu örgütlü bir ihmalin, sistemli bir kayıtsızlığın mirasıdır.
Bedenimiz hâlâ ayakta, aklımız hâlâ yerindeyse bu mucize değil; sadece delirmeye ya da ölmeye bile zaman bırakmayan bir hızda yoksullaştırılıyoruzdur.
Çünkü burada felaket ne gökten iner ne topraktan fışkırır:
Felaket, bilerek kurulan, ellerinizi kollarınızı kesip “hayata tutun, yürü hadi” diyen bir düzenin ta kendisidir.