Bugün ‘kulüp’ dediğimizde aklımızda canlanan manzarayı bir düşünelim? Şehrin kalbur üstü takımının gittiği, üyelik gerektiren bir çeşit burjuva sosyalleşme alanlarından bahsediyoruz. Haliyle bu mekanlardaki sosyalleşme şekli de burjuva kültürüne göre şekilleniyor: Tenis kortları, şatafatlı yemekler, pahalı kıyafetlerle ucuz magazin dergilerine verilen pozlar, papyonlu uşaklar…
Halk arasındaki tabirle ‘cemiyet hayatının’ yaşandığı bu kulüpler ayrıcalıklı sınıflara ait mekanlar. Ve kökleri de epey eskilere gidiyor.
Fakat 1920’lerin Sovyetler Birliği’ne geldiğimizde ‘kulüp’ kelimesinin anlamı tepetaklak edilerek bu mekanlar bambaşka bir anlam kazanır. Sadece bir grup soylunun ve zenginin sosyal zevkleri için kullanılan bu ‘özel’ kulüplerin kapalı kapıları Ekim Devrimi ile birlikte yerle bir edilir. Yerine yeni bir konsept ortaya çıkar: İşçi Kulüpleri. Çalışma gününün ardından işçilere sosyalleşme, eğitim, spor, tartışma, kültür ve hatta çocuk bakımı gibi hizmetler sunan yüzlerce işçi kulübü kurulur.
Ayırt edici özelliği ise geleneksel mekan formlarının yıkılışıdır: Artık edilgen değil, özne olan bir kitlenin sosyal ve kültürel hayatı söz konusudur. Bu sebeple insanların yüksek bir platformda yaşananları sessizce seyrettiği bir kompozisyon yerine herkesin sahnede olduğu bir format yaratılır.
Dinlenme hakkını kişinin kendi ufkunu keşfi ile tüm yurttaşlara açan işçi kulüpleri bugünün dünyasına çarpıcı bir deneyim sunuyor. Gelin yer yer fütürist tasarımlarıyla da dikkat çeken alışık olmadığımız bu kulüplerin hikayesine kulak verelim.
**
İşçi Kulüplerinin hem rasyonel hem de ideolojik bir arka planı var.
I. Dünya Savaşı’nın enkazı içinden doğan Ekim Devrimi, takibindeki yıllarda karşı devrimci güçlerin saldırılarıyla karşılaştığı bir iç savaşa sürüklenir. Savaşların getirdiği yıkımla birlikte konut sorunu ortaya çıkar. Toplu konut uygulamaları ancak savaş yaraları sarıldıktan sonra yaygınlaşacaktır. Erken dönemde kamusal alanın tüm yurttaşların eşit şekilde erişimine açılışına tanıklık edilir. Yemek, çocuk bakımı, sosyalleşme, kültür, eğitim… tüm bu ihtiyaçların kapı dışında karşılanması hedeflenir. Mimaride de bu kolektif mekanlar üzerine çalışmalar öne çıkar . İşçi Kulüpleri de bu sosyal ihtiyacın devrimci bir ideoloji ile birleştiği yerlerdir.
Sovyet avangart sanatçı El Lissitzky, işçi kulüplerinin ideolojik arka planını şöyle açıklıyor :
“Toplumun tamamına hizmet etmek üzere tasarlanan yapılar daima tüm yaratıcı enerjilerin toplandığı bir depo işlevi görmüştür. Hakim toplumsal düzene bağlı olarak bunlar genelde dini veya idari karaktere sahip olmuşlardır: Kilise ve Saray. Bunlar eski düzenin güç kaynaklarıydı. Güçleri de ancak yeni düzenimize ait yeni güç kaynakları kurularak aşılabilir.”
İşçi kulüplerinin tüm yaş gruplarından emekçi kitlelerin, bir günlük çalışmanın ardından dinlenme ve rahatlama olanağı bulabilecekleri, yani yeni enerji kaynakları depolayabilecekleri bir yer olarak yaratıldığını söyleyen Lissitzky: “Burada tüm çocuklar, ergenler, yetişkinler ve yaşlılar… hepsi aile çemberi dışında kolektif insanlar haline gelmek üzere eğitilebilirler. Aynı zamanda bireysel ilgi alanları genişletilip geliştirebilirler. Kulübün amacı insanı özgürleştirmektir, eskiden Kilise ve Devlet’in yaptığı gibi onun üzerinde baskı kurmak değil” şeklinde yazıyor.
Lissitzky’e göre işçi kulüpleri birer ‘kültür üniversitesi’ olarak kurgulanır. Çünkü işlevi sadece eğlence ve dinlence ile sınırlı değildir, bunun yerine işçilere kendi çabalarıyla potansiyellerini gerçekleştirme olanağı sunar. Dolayısıyla işçi kulübünün içerisindeki kütüphaneler, tiyatro sahneleri, sinema salonları, toplantı odaları… her biri katılımcıyı edilgen olarak konumlandıran geleneksel modelden sıyrılmalı, onu sürecin içerisine katıcı bir şekilde tasarlanmalıdır:
“Geniş park alanları kulüp hayatının işlevine yanıt vererek bir dizi açık, yarı açık ve kapalı mekanın tamamladığı şekilde yeniden düzenlenmelidir. Kulüp, bireyin toplulukla bütünleştiği ve yeni enerji kaynakları depoladığı bir buluşma yeri haline gelirken aynı zamanda özel aktiviteleri takip edebilmek için bölünerek daha küçük gruplara katılma fırsatı da sunmalıdır. Dolayısıyla, hem küçük hem de büyük mekanlar organik bir şekilde tasarlanmalı ve tüm bunların bütüncül yeni bir mekansal ilişki kurması sağlanmalıdır. Bu bağlamda, Roma hamamları, eski manastır yerleşim modelleri veya tiyatro planları artık örnek teşkil edemez. Farklı kullanımlara ve değişken dolaşım düzenlerine olanak tanıyan esnek mekanların oluşturulması gerektiği açıktır.”
Sendikalar, toplumun birçok alanında olduğu gibi işçi kulüplerine de öncülük ederler. 1929 ile 1936 yılları arasında Moskova’da 100’ün üzerinde yeni işçi kulübü inşa edilir. Hatta bunlardan bazıları avangart tasarımlarıyla bugün bile hâlâ dikkat çeker.
Sovyet mimar Konstantin Melnikov, zamanla işçi kulübü hareketinin başat figürü olur; inşa ettiği lokallerde, mekân kullanımı konusunda çeşitli deneyler yapar. İşçi lokallerinin yeni işlevlerini ve sosyal gerekliliklerini karşılayabilecek tasarım çözümlerini ilk bulan odur. Örneğin, ünlü Rusakov İşçi Kulübü (1929), düzenlenen etkinliğe bağlı olarak daha küçük veya büyük mekanları sınırlandırmaya yarayan hareketli bölmelerle donatılmıştır. Oditoryum, ihtiyaca göre 350, 775, 1000 veya 1200 kişiye hizmet verecek şekilde dönüştürülmeye müsaittir .
Melnikov’un Kauçuk Fabrikası Kulübü (1929) ya da İlya Golosov’un Zuev İşçi Kulübü (1928) yine tasarımı ile dikkat çeken diğer yapılardan bazıları.
**
Hiçbir mekanik aksam kullanmadan işleve göre birbirinden ayrılan/birleşen yapılar her ne kadar mimari açıdan ‘devrimci’ olsa da masraflar nedeniyle deneysel kalır. Fakat kısa süre içerisinde sayıları binleri bulan ve Sovyetler Birliği’nin ücra topraklarına kadar yayılan işçi kulüplerinin istisnai olduğunu söylemek mümkün değil. Belki daha önemli ve toplumsal açıdan daha devrimci olan da bu.
Sovyet işçi kulüpleri sadece ‘kulüpleri’ toplumsallaştırmakla kalmadı. Sosyal toplaşmaları burjuvazinin çürümüş ilişkilenme biçimlerinden de arındırmaya çalıştı. Kişinin katılımıyla sosyal ve kültürel etkinliği yarattığı bir formül üzerine kuruldu. Böylece bireysel ifadenin de maksimum şekilde ortaya çıkması ve kişinin kendini keşfetmesi hedeflendi. Bu sebeple işçi kulüpleri ‘toplumsal bir kültür üniversitesi’ ya da ‘toplumsal enerji santrali’ tanımını fazlasıyla hak ediyor.
Çocuklar, çiftçiler, işçiler, gençler, yetişkinler, aileler… Yüz binlerce Sovyet yurttaşının adımları geçtiğimiz yüzyılda bu kulüplerin içerisinden geçti. Geriye sadece aşınmış zemin taşları kaldı. Bir de daha farklı bir gelecek, kültür, şehir ve topluma olan şaşmaz inanç.
Bugün işçi kulüpleri dışarıdan artık bir harabeyi andırıyor. Hatta ayakta kalanlardan bazıları çoktan ‘özel mülkiyete’ dönüşmüş durumda. Fakat bu küflü yıkıntılar göze görünenden çok daha fazlasını anlatıyor: Hayatın küçük bir azınlığın büyük hırslarıyla şekillendiği günümüzde sınıfsal duvarların yıkıldığında nasıl bir enerjinin ortaya çıkacağını. Bu sebeple yokluğu bile devrimci işlevini bir şekilde yerine getiriyor.