Herkes, hepimiz Orta Doğu’da yeni bir sürecin başladığını konuşuyoruz epeydir. 2011 Arap Ayaklanması bu sürecin somut olarak kendini göstermeye başladığı kırılma oldu. Ardından 7 Ekim 2023’teki HAMAS’ın İsrail yerleşim birimlerine saldırısı sonrası yaşananlar yeni sürecin bölgesel ve küresel güç mücadelesinin artık yeni araçlarla ve argümanlarla yürütüleceğinin ilanı gibi oldu.
Kimileri bu yeni süreci “Orta Doğu’da beyaz bir sayfanın açılması” şeklinde yorumlamaya başladı. Hatta Amerika’nın hem Ankara Büyükelçisi hem de Suriye Özel Temsilcisi olan Tom Barrack bu yorumları bir adım ileri taşıyarak meşhur Sykes-Picot Anlaşması’ndan alarak “Bölge sınırlarının masa başında çizildiği o anlaşma ile birlikte on yıllardır bölgeyi sarsan sorunların da doğduğundan” dem vurdu.
Şimdilerde “Pembe panjurlu bir Orta Doğumuz neden olmasın?” hayalciliğine yakın bir çizgide ilerlese de bölgede yeni bir sürecin başladığı doğru. Ancak dünya kurulalı beri varolan bir temel faktör bölgedeki yeni sürecin de temel belirleyeni; güç mücadelesi. Değişen tek şey de bu mücadelenin yöntemleri. Eskiden sıcak savaşlarla, silahlı gruplar üzerinden vekalet savaşlarıyla yürütülen bu mücadele artık bölge ülkelerini dünyaya bağlayacak olan enerji ve ticaret hatları ile devam edecek gibi görünüyor. Böylece bu hatlara dahil olan her bir ülke komşusuna ya da bölgeye dair bir hamleyi kolay kolay yapamayacak. Cezalandırma aracı olarak da bazı ülkeler bu hatlardan dışlanacak vs. vs…
Şimdilerde yeni yöntemlerle yürütülen nüfuz mücadelesinin yoğunlaştığı yer Suriye.
İran’ın tamamen dışlandığı, Rusya’nın güç kaybetse de hâlâ var olduğu Suriye sahasında Türkiye, Amerika, Fransa, Suudi Arabistan, İsrail başta olmak üzere birçok ülkenin kapışması kolay kolay bitecek gibi de görünmüyor.
Suriye’de son olarak Amerika askeri üs sayısını bire indirmek istediğini açıkladı. Mümkün olabilecek en az maliyetle mümkün olabilecek en üst düzeyde çıkarlarını koruma hedefiyle hareket eden Amerika’yı ikna etmeye çalışan taraf çok. Bunların başında da Türkiye geliyor bugünlerde ancak hâlâ Amerika’yı Suriye’de Kürtlerin öncülüğünde kurulan siyasi ve silahlı yapılara destek vermemesi konusunda ikna edememiş gibi görünüyor. Nitekim Amerika çekildiği üslerin bir kısmını Türkiye’nin YPG olarak tanımladığı ve PKK’nın uzantısı olarak gördüğü Suriye Demokratik Güçlerine (SDG) devrediyor. “SDG Amerika’nın yerel müttefiki” söylemlerini duyduğumuz Amerikan tarafı öz yönetim-SDG ile Şam arasındaki görüşmeleri de destekliyor. Bu çerçevede 10 Mart’ta Ahmed Eş Şara ile Mazlum Abdi arasında yapılan 8 maddelik anlaşmanın detaylarının belirlenmesi için oluşturulan komite birkaç gündür Şam’da. Gerçi taraflar arasında SDG’nin kurulacak olan Suriye ordusuna entegrasyonu, ülkenin kuzey doğusundaki sınır kapılarının ve sınırların korunması, petrol gibi değerli kaynakların durumu gibi dikenli konulara dair ilerleme yok. Zaten bu meseleleri Eş Şara ile Abdi’ye bırakan da yok.
Ayrıca bu konuların sonuca bağlanabilmesi için öncelikle Suriye’de nasıl bir yönetim sisteminin uygulanacağının belirlenmesi gerekiyor. Genişletilmiş bir mahalli idareler sistemi mi, özerklik mi, federal yapıların temelini oluşturabilecek daha farklı bir sistem mi; kimse bilmiyor ancak yeni yönetim sisteminin bütün Suriye’de uygulanması gerekiyor ki, Dürziler ve Aleviler başta olmak üzere Eş Şara yönetiminin hâlâ ikna edemediği çoğunluk düşünüldüğünde uygulanacak yönetim sisteminin Suriye’nin birkaç parçaya, üstelik etnik-dini-mezhebi bir bölünmeye gitmesi de olası.
Diğer taraftan gücün Şam’da toplandığı bir sistemi hem Suriye’deki azınlıklar başta olmak üzere büyük bir kesim hem de İsrail ve Amerika istemiyor gibi görünmüyor. Haliyle aylardır konuşulan Suriye ordusunun da komşu ülkelere, özellikle de İsrail’e kafa tutabilecek güçte bir ordu olmayacağı söylenebilir.
Velhasıl her ne kadar yukarıda ülkeler arası nüfuz savaşları devam etse de sahada giderek büyüyen sorunların temelinde güvensizlik ve can korkusu yatıyor.
Bu arada önceki gün Suriye’deki yabancı cihatçıların 84. Tümene dahil edileceğine dair haber epey tartışma yarattı ki, şaşırtıcı bir gelişme değildi aslında. Sonuçta Eş Şara yönetimi uluslararası meşruiyet kazanmak için yaptığı ilk açıklamalarında da Suriye’den kaynaklı cihatçı tehlikesinin olmayacağını söyledi. Ayrıca bu cihatçıları hiçbir ülke geri almak istemiyor. Eş Şara yönetiminin bu cihatçılarla savaşacak gücü de yok. Diğer taraftan Eş Şara’yı davaya ihanetle suçlayanlar, sahadaki radikal militanlar ve canlanlanmaya çalışan IŞİD gibi örgütler açısından yabancı ve radikal cihatçılar ciddi bir potansiyel. Bu nedenle yabancı ya da radikal cihatçıları kendi hallerine bırakmaktansa bir çatı altında toplamak beklenen bir hamleydi. Bu arada açıklamalarda adı geçen 84. Tümenin ne olduğu, ne yapacağı belli değil ancak cihatçıların resmi güvenlik birimlerinin üstlenmek istemeyeceği işler için kullanılması oldukça muhtemel. Yani bu tümeni İran destekli gruplarla savaşırken de görebiliriz Suriye içindeki cihatçı gruplar arasındaki çatışmalarda da…
Yine heyecan yaratan bir başka gelişme de Suriye’den İsrail’e iki top atılması oldu. Yanlışlıkla ya da Eş Şara’nın İsrail’e ılımlı yaklaşımını sabote etmek isteyenler tarafından yapılmış olması muhtemel bu gelişmeye paralel olarak Amerika’nın Suriye Özel Temsilcisi Barrack’ın Şam-Tel Aviv-Ankara hattında uzlaşma sağlamak için devreye girdiğini de göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Lübnan ve Irak gibi Türkiye’yi de doğrudan etkileyen birçok ülkede, birçok gelişme var elbette ancak bütün bu gelişmelere kuş bakışı baktığımızda güç savaşlarının giderek alevlendiğini söylemek mümkün. Yerel düzeyde baktığımızda kimileri “En azından sıcak savaş olmayacak artık” diyebilir ancak yine güç mücadelelerinin ıslah aracı açlık, yıkım ve fiziki olmasa bile sınırların bölge halklarının fikri sorulmadan çizilmesi var.