Bize hep aynı yalanı söylediler: “Bir kurtarıcı gelecek.” Bu kurtarıcı bazen kravatlı bir politikacı olarak çıktı karşımıza; seçim meydanlarında umut satan bir tüccar gibi konuştu. Bazen “barış” bahanesiyle gelen bir ordu oldu, bazen dost maskesi takmış emperyalist bir devlet… Ve biz bekledik. Bekledikçe toprağımız gitti, denizimiz gitti, irademiz gitti. Beklemek, zinciri kendi elimizle yağlamak demekti. Anlamamız gereken basitti: Kurtarıcı yok, halk var. Ama halk da yok oldu. Gücünü unutmuş, beklemekten başka bir şey yapamaz hale gelmiş, eriyen bir halk… İstediklerini teker teker aldılar. Biz kendimizi kandırdık. İşgalin dilini konuştuk, efendilerinin emirlerini kutsadık. Savaş suçlusunun nüfusunu bağrımıza bastık, ihanetle başkalarının köklerini suladık. Haktan hak doğurduğunuz kırılgan hikâyelerin geçtiği evlerde, arsalarda, zeytin ağaçlarının gölgesinde vücut sıvılarınızı akıtmadığınız yer kalmadı.
Kıbrıs hâlâ fiilen bölünmüş bir işgal adasıdır. Amerika, Akdeniz’deki üsleriyle hem göğümüzü hem ufkumuzu gasp etmiş durumda. Türkiye, “garantörlük” adı altında vesayet zincirini sıkılaştırdı. Neyin garantörü? Esaretin ve ihanetin. NATO tüm bölgeyi askeri pazarın ön cephesi hâline getirdi. Bu güçlerin amacı Kıbrıs’ı özgürleştirmek değil; parçalanmış, bağımlı ve kontrol edilebilir halde tutmaktı. En tehlikelisi ise içeride olan bitendi: Her yer diaspora, her yer kontrollü özgürlüktü.
Kendi halkından kopmuş, başka başkentlerin çıkarları için yaşayan, kendi toprağını pazarlık masasında mal gibi satan zümre bir de… Yabancı pasaport uğruna kendi ülkesini rehin verenler… “NATO defol, Kıbrıs bizim!” demek kolay; asıl mesele önce “biz” olmayı yeniden öğrenmekte. Çünkü ihanetin olduğu yerde, “halk” kelimesi bile anlamını yitirir. Bize vatan haini diyorlar, oysa vatan hainliği politik demeçlerde… Hiç kimseyi de yargılayamıyoruz çünkü herkes hasta bu yerde, değil mi?
İşgalcilerle istişare içinde olan, tek bir muhalif ya da başkaldırı söyleminde bulunmayan sözde muhaliflerin çakma bir seçimle elli yıllık yanılsamayı değiştirebileceği yalanına neden hâlâ inanmakta ısrar ediyoruz?
Seçimler zinciri kırmak için değil, onarmak için düzenlenir. Oy pusulası, emperyalist menünün acı ve tatlı soslarla harmanlanmış halidir. Menüyü biz hazırlamıyorsak, yemek de bizim değildir. Bir halk kendi iradesini sandığa devrettiğinde, zincirini kendi elleriyle yağlamış olur. Her beş yılda bir sahnelenen bu yanılsama oyununun seyircisi, alkışlayan, hatta figüran olmaktan gurur duyan bir halktır. “Oy ver, kurtul” masalı, zincirin en ince ama en güçlü ipidir. Kurtuluş, doğru kurtarıcıyı seçmekte değil; kurtarıcıya ihtiyaç duymayan bir halk olmaktan geçer.
Gerçek kurtuluş bilgiyle ve örgütlenmeyle başlar. Bu örgütlenme illaki bir siyasi partinin çatısı altında olmayı gerektirmez; bazen tek başına, yapayalnızken yazdığınız bir yazıyla, ürettiğiniz bir fikirle bir insanın hayatına dokunursunuz ve bu, en az kitlelerin toplandığı meydan kadar etkilidir. Fonsuz, desteksiz, yalnız… Yeter ki inatla devam edin. Her mahallede, her köyde, her üniversitede işgalin ve ihanetin gerçek yüzünü anlatan halk meclisleri kurulmalıdır. Amerikan, İngiliz veya başka ülke askeri üsleri yalnızca protesto edilmemeli; sürekli kuşatma ve ifşa eylemleriyle çalışamaz hâle getirilmelidir. Zor belki bu ama vazgeçiş için yeterli sebep değil. Limanlar, havaalanları, enerji tesisleri halkın denetiminde olmalı; emperyalist kullanıma kapatılmalıdır. Zor ama imkânsız değil. Diaspora ağlarının ihanet üreten damarları kesilmeli, NATO’ya bağlı tüm askeri faaliyetler boykot edilmelidir.
Yerel üretim ve halk kooperatifleriyle ekonomik bağımsızlık hücreleri kurulmalıdır. Çünkü bağımsızlık yalnızca siyasi bir talep değil; günlük yaşamın, üretimin ve tüketimin kontrolünü ele geçirmek demektir. Geri dönülemeyecek bir yolda her şeyi teslim ettik ve bu bir günde olmadı… Kıbrıs’ın kuzeyinde çokkültürlülüğü savunan ama aynı adayı paylaştığı Kıbrıslı Rumlarla tek bir tane bile iki toplumlu etkinliğe katılamayan ve sadece Kıbrıs Cumhuriyeti kimlik hakkı için güneye geçip eylem yapan güruh bir de…
Mücadele masa başında değil; sokakta, fabrikada, okulda, tarlada ve denizde yürütülmelidir. Vergi reddi, askerlik reddi, işgalci kurumlara hizmet etmeyi reddetmek; günlük hayatın direniş biçimleri olmalıdır. Diasporanın manipülasyonuna karşı yerel bağları güçlendiren ağlar oluşturulmalı; uluslararası anti-emperyalist hareketlerle bağlar kuvvetlendirilmelidir. Çünkü işgal yalnızca tankla olmaz; önce zihne girer, sonra kalbe yerleşir. Halkın bir kısmı düşmana gönüllü hizmet ediyorsa, önce o zihni işgalden kurtarmak gerekir. Bu yol kolay olmayacaktır. İşgalcinin en sinsi silahı içerideki gönüllü kölelerdir…
Düşmana hizmet eden, onun bayrağını gururla taşıyan, kendi insanına sırt çevirenler… Onlardan kurtulmadan zincir kırılamaz. Önce kendi içimizdeki karanlık temizlenmeli, sonra dışarıdaki düşman sökülüp atılmalıdır. Bu yalnızca bir direniş değil; aynı zamanda bir yeniden doğuştur. Direniş, sadece karşı koymak değil; kendi geleceğini kendi ellerinle inşa etmektir.
Kurtarıcı dediklerimizden kurtulduğumuz gün, güneş yalnızca gökyüzünde değil, yüzümüzde doğacaktır. O gün, NATO’nun haritalarından silinmiş bir ada, Amerika’nın üslerinden arınmış bir deniz, Türkiye’nin vesayetinden kurtulmuş bir halk kendi şarkısını söyleyecektir. Ve bu şarkı, ihanetin değil; direnişin diliyle söylenecektir. Güneş, emperyalistlerin en büyük korkusudur; çünkü ışık yalanı yakar. Bu yüzden güneşi beklemeyeceğiz. Onu zorla doğuracağız ama sizin haktan hak doğurmalarınız gibi olmayacak bu. Çünkü o güneş, ellerimizdeki açık yarayı iyileştirmek için doğacaktır günün sonunda…