Home Kıbrıs iktibas Levent Atikoğlu Adaletin yüzleri: linç kültürü, güven krizi, deliren deliller – Levent Atikoğlu

Adaletin yüzleri: linç kültürü, güven krizi, deliren deliller – Levent Atikoğlu

0
Reklamlar

Çocuklara yönelik cinsel istismar iddiaları, toplumun en hassas yarasına dokunur. Böyle bir suçlama duyulduğunda; öfke, utanç ve koruma içgüdüsü iç içe geçer. Ancak tam da bu nedenle, duygularımızla değil aklımızla hareket etmemiz gerekir. Kaldı ki; ne toplumsal reflekslerimiz ne de adalet sistemimiz buna elverişli. Ya adaletin sadece adı varsa?

Bugün, bir iddia ortaya atıldığında daha soruşturma başlamadan mahkemeler sosyal medyada kuruluyor. “Kayda değer, kesin delil var mı?” sorusunun yerini “Bana yeterince suçlu görünüyor mu?” algısı alıyor.

Bu linç kültürü, masumiyetliği hiçe sayıyor. Oysa gerçek adalet, öfkeyle değil, delille sağlanır. Fakat burada durup sormak zorundayız: Peki ya adaletin kendisi güvenilir değilse? Deliller delirmişse?

Toplumun büyük bir kesimi yargıya olan inancını kaybetmiş durumda. Siyasi baskılar, çıkar ilişkileri, dosyaların yıllarca sürüncemede kalması, kimi zaman kamuoyunun baskısına göre verilen kararlar… Bunlar, “adalet yerini bulur” inancını içten içe çürüttü. İnsanlar, mahkeme salonuna değil, sosyal medya linçlerine güvenmeye başladı. Şimdi mahkemenin alacağı karar da şaibeli… Adaletin sadece adı varsa? Çamur at izi kalsınsa…

Bu, hukukun iflasının en açık göstergesidir.

Bu güven kaybının bedeli ağır. Gerçek mağdurların adalet arayışı, bağımsız olmayan bir sistemde karşılık bulamıyor. Öte yandan, delil yetersizliğine rağmen damgalanan, hayatı karartılan masum insanlar var. Bir de bu işten paraları götürenler, insan hakkı savunuculuğu adı altında işin çarkını döndürenler…

Yargıya güven olmayınca, iki uçta gidip gelen bir kaos doğuyor: Suçlular cezasız, masumlar mahkûm.

Sorun yalnızca yargıyla sınırlı değil.

Yıllarca mücadele edilerek kazanılmış kadın, çocuk ve insan hakları da artık araçsallaştırılmaya başladı.

Ataerkil bir hırsla hak arayışını suistimal eden kadınlardan bahsediyorum…

Bu haklar, intikam aracı ya da çıkar kapısı hâline geldiğinde, yalnızca bireysel bir kötülük yapılmış olmuyor; bütün bir hak mücadelesi kirletiliyor.

Gerçek mağdurların sesi boğuluyor, toplum “acaba yalan mı?” şüphesine kapılıyor.

Siyasetçiler, bürokratlar, kanaat önderleri? Olay patlak verince sahneye çıkıp nutuk atan, “çocuklar geleceğimizdir” diye poz verenler…

Peki, mesele sessiz sedasız çözülmesi gerektiğinde neredeler? Yirmi beş yıl boyunca hak ihlallerine ses çıkarmayan partililer, siyasiler, feministler, bugün yüksek perdeden konuşması, toplumsal samimiyet testinde koca bir sıfırdır.

Gerçek şu: Bağımsız olmayan bir yargıda ne mağduru koruyabiliriz ne de masumu.

Mahkemeler siyasi iradenin ve ekonomik çıkar gruplarının oyuncağı olduğunda, adalet beklemek boş bir hayalden ibarettir.

Bu durum, halkı kendi “adalet” yöntemlerine –sosyal medyaya, linçe– yönlendiriyor. İşte asıl felaket de bu: Adaletin olmadığı yerde, herkes kendi hukukunu yaratmaya kalkarsa orada hukuk bitmiş demektir.

Çözüm basit ama cesaret gerektiriyor: Yargıyı siyasetten arındırmak, davaları şeffaf ve bilimsel yöntemlerle yürütmek, vicdan hukukunu ve adil medya arenasının linç arenasına dönüşmesini engellemek, hakların çıkar için kullanılmasına sıfır tolerans göstermek.

Çünkü unutmayalım: Adalet yalnızca mahkeme salonlarında dağıtılmaz; toplumun vicdanında da yaşar. O vicdan bir kez ölürse, geri getirmek imkânsızdır. Bugün başkasının çocuğu, yarın senin çocuğun… Bugün başkasının itibarı, yarın senin hayatın… Adaletin olmadığı bir ülkede herkes sıradaki kurbandır. Ve adaletin olmadığı yerde, ne hak vardır, ne de hakikat…

No comments

Yorumunuzu ekleyinCevabı iptal et

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Exit mobile version