
Kıbrıs’ta Kıbrıslı Rumların kendi mallarına erişmeye çalıştıklarında tutuklanmaları, yalnızca siyasi bir vaka değil; insan haklarına aykırı bir trajedidir. Nerede insan hakları savunucuları? Bu uygulama, barışı değil cezalandırmayı, çözümü değil sindirmeyi hedefleyen bir zihniyetin ürünüdür. İnsanların doğup büyüdükleri topraklara, yıllar önce terk etmek zorunda kaldıkları evlerine yalnızca “görmek” ya da “anmak” üzere gitmeleri bile suç unsuru sayılabiliyor. Bu rezilliğin daniskası değil de nedir? Misilleme işgüzarlığı hakkını kim veriyor size? Biliyor musunuz? Siz bu dünyada yaşatmak için değil öldürmek için varsınız…Siz vicdanın en büyük katili ve bu dünyada engereksiniz. Gereksiz yer teşkil edenlersiniz…
Mülkiyet hakkı sadece maddi bir mesele değil; aidiyetin, insan onurunun ve geçmişle bağın somut bir göstergesidir. Bu hakkı inkâr eden her adım, hem toplumsal barışın altına yerleştirilmiş yeni bir dinamit hem de insanların hayatlarına doğrudan tecavüzdür.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) yıllar içinde verdiği kararlar bu konuda açık ve net olsa da ortada yine bir güven bunun etkili ve sürekliliği olup olmadığı sorunsalı vardır. Loizidou v. Turkey kararında Türkiye’nin Kıbrıslı Rumlara ait mülklerin kullanılmasını sistematik olarak engellediği ve mülkiyet hakkını ihlâl ettiği tespit edilmişti. Diğer kararında ise yalnızca mülkiyet değil, “ev hakkı” da ihlal edildiği gerekçesiyle Türkiye sorumlu tutulmuştu. Bu kararlar yalnızca tazminatla sonuçlanmamış, hak arayanlar için uluslararası hukuk önünde bir yol haritası işlevi de görmüştü.
Bu çerçevede kurulan Mülkiyet Komisyonu (IPC), AİHM’nin yönlendirmesiyle Kıbrıslı Rumların başvuru yapabileceği yerel bir çözüm mekanizması olarak tasarlanmıştır. Bugüne kadar sekiz binden fazla başvuru alınmış ve yaklaşık iki bin dosya sonuçlandırılmıştır. Ancak özellikle iade taleplerinde etkisiz kalındığı, süreçlerin şeffaf yürütülmediği ve başvuruların politik gerekçelerle geciktirildiği yönünde ciddi eleştiriler vardır. AİHM’in Demopoulos ve Joannou kararlarında da Komisyon’un kimi durumlarda etkili bir çözüm sunamadığı belirtilmiştir.
Tüm bunlara rağmen, bugün hâlâ bazı insanların kendi evlerine gitmek istemeleri “güvenlik” ya da “provokasyon” gerekçeleriyle cezalandırılabiliyor. Üstelik bu cezalandırma yalnızca yasalarla değil, toplumun suskunluğuyla da meşrulaştırılıyor. Kıbrıslı Türk kamuoyu bu uygulamalar karşısında çoğunlukla sessiz. Nerede insan hakları savunucuları, nerede fotoğraf karelerini dolduran aktivistler? Nerede barış ve özgürlüğün içini dolduranlar?
Oysa anılarına, kayıplarına, geçmişine yakından bakmak bu kadar kolayken; bir insanın kendi mülküne gitmesi bir tehdit değil, en temel haktır. Hangi zamanaşımı, hangi yasa anılardan, hatıralardan ve vicdandan daha güçlü olabilir?
Ben bunu en iyi anlayabilecek insanlardan biriyim. Evine çok yakın olup da girememenin, önünden bile geçerken içinin parçalanmasının ve nabzının yükselmesinin ne demek olduğunu iyi bilirim. Satılan, devredilen, Kıbrıslı Rum malları üzerinden inşa edilen haksızlık ve vicdansızlıklar, size ait olmayan her mal üzerinden ulaştığınız her hakkı her fırsatta dillendireceğim ve bunun savunuculuğunu yapacağım: Yarım kalmışlığın ne olduğunu ben çok iyi bilirim. Bu hakkı savunmak yalnızca Kıbrıs’ta yaşayanların değil, adaletin ve barışın tarafında olan herkesin görevidir. Suskunluk, zamanla bir rızaya dönüşüyor çünkü. Ve biz susarak, bu adaletsizliğin parçası hâline geliyoruz.
Üstelik sorun yalnızca bireysel değil. Kuzey’de İçişleri Bakanlığı’nın kırsal kesimlerdeki arsa formlarını geçersiz kılıp bu arsaları sahte tapularla dağıtması da bu çarpıklığın başka bir tezahürüdür. İçişleri Bakanlığı’nda gözümün önünde yırtılıp atılan kırsal kesim arsa formlarına ne demeli? Yıllardır “babanızın malı” gibi dağıttığınız bu topraklar sizi elbet bir yerden yakalayacaktır. Baba malı üzerinden bile kuramadığımız sahipliği, “anavatan” söylemi üzerinden ıkına ıkına doğurtmaya çalıştınız. Bu nasıl bir iştir? Bu nasıl bir dünya?
Malına erişim hakkının gaspı, tutuklama ve gözaltılar; geçmişin gerçekleriyle yüzleşmekten kaçan, tarihi yeniden yanılsamalarla ve yalanlarla yazmaya çalışan bir zihniyetin ürünüdür. Bu, mülkiyeti ve hukuku araçsallaştıran bir iktidar anlayışıdır. Ve sözde muhalefet de bunun içindedir. “Güç bizde” diyerek hak dağıttığını sanmak, yalnızca hukuku değil, toplumsal vicdanı da yıpratır.
Kıbrıs’ta gerçek barışa ve eşitliğe ulaşmak; hakkın kime ait olduğunu yeniden tanımlamakla değil, gerçekleri ve savaş suçlarını, mal ve mülk gaspını kabul etmekle mümkündür. Bu mesele milliyetçilikle değil, evrensel hukuk ilkeleriyle ve vicdan kıstaslarıyla da ele alınmalıdır. Hangi zamanaşımı, “Kimin malını kime veriyorsun?” sorusunu geçersiz kılabilir? Mal, mülk, arsa gibi görünen meselelerin arkasında aidiyet, adalet ve insan onuru yatmaktadır.
Ve bunların pazarlığı olmaz.
Bu adada yaşayan herkesin görevi, belgelere, hakikate ve hukuka saygı duyulmasını talep etmenin yanında vicdanın ve hakikatin tanındığı, geçmişin inkâr edilmediği bir zemin de yaratmaktır. Sessiz kalmak yalnızca mağdurun değil, failin de kaderine ortak olmaktır.
Ve siz bu kadercilikle ve sonradan edindiğinizi düşündüğünüz haklarla boyunuzu çoktan aştınız.
Öldürün de rahatlayın.
Yanınıza kalır mı sanıyorsunuz?