Sabah kahvemi içerken Mağusa Festivali’ ne gelecek Ermeni müzik grubu Collectif Medz Bazar’ın reklamını gördüm. Büyüdüğüm coğrafyada Ermeniler yaşardı eskiden. Bir Ermeni kadın sarılık ilacı öğretmiş mesela neneme..
O geçmiş bağı düşündüm. Sonra amcam, kuzenlerim, bir sürü anı zinciri belirdi peş peşe… Geçmişten bir ses zihnime çarptı, “Dığa!” Amcamın, erkek kuzenlerime kızarken bağırdığı kelime. Yıllarca anlamını bilmiyordum. Ne Türkçeye benziyordu, ne de bildik bir küfre. Sonra öğrendim. Ermeniceymiş. Anlamı; erkek çocuk, oğlan. Yani nötr. Ama amcamın dilinde değil.
Onun dilinde, düşüncesinde “dığa”, “adam olamamış”, “eksik”, “bizden değil” demekti. Bu bilgiyi öğrendiğimde içimde bir şey oturmadı. Çünkü “biz” kimdi? Ve neden bir Ermenice kelime, hakaret niyetine ağza alınırdı? İşte tam orada başladı hikaye. Amcam Kürt’tü. Devletin gözünde şüpheli, toplumun gözünde eksik. Ama o, kendini daha da eksik gördüğüne ses yükseltiyordu… Ermeni’ye. Ya da Ermenice bir kelimeye.
Bu çok tanıdık bir denklem. Bu ülkede herkes bir öteki. Ama kimse en altta olmak istemiyor. Kürt, daha alt katmanda gördüğü Ermeni’ye dil uzatıyor. Çünkü ayakta kalmanın, kendine yer açmanın bir yolu da, bir başkasını daha da aşağıda tutmak.Bu sadece bireysel bir çelişki değil.
Cumhuriyetin kültürel mühendisliğinin doğal sonucu. Bir tür etnik merdiven sistemi. Türklük en tepede. Alt katlar, Kürt, Alevi, Roman, Ermeni, Süryani, Yezidi…Ve herkes, altındaki birini iterek kendi basamağını sağlamlaştırıyor. Amcamın “dığa”sı, bir dil sürçmesi değil, bir toplum mühendisliğinin bilinçsiz tekrarıydı. Ermeni’yi küçümsediği için değil, öyle öğrenmiş olduğu için. Sistem ona “sen yoksun” derken, o da bu sesi bir başkasına yöneltti.
Bir nevi devralınmış tahakküm. Bu yüzden bir Kürt’ün Ermeni’yi küçümsemesi, sadece bir çelişki değil, sistemin başarıyla içselleştirildiğinin kanıtı. Öte yanda anne tarafım vardı. Ülkücü. Annem hariç tabi…
Uzun yıllar mesafeliydik. Sadece coğrafi değil, duygusal, ideolojik. Ben o sofralara pek gitmek istemezdim. Çünkü orada Kürtlük bir eksiklikti. Sürekli kendini ispat etmen gerekirdi.”İyi Kürt” olman. Usul usul konuşan. İsyan etmeyen, terörle arası açık. Ama işin ironisi şuydu, o milliyetçi sofrayla amcamın dili arasında neredeyse hiçbir fark yoktu. Sadece kelimeler değişiyordu. Aynı hiyerarşi, aynı “biz” takıntısı, aynı aşağıya bakma refleksi. Ve ben o “biz”e hiç dahil olamadım. Çünkü erken yaşta fark ettim, bu ülkede kimlik, bir başkasını aşağılamadan kurulmaz. “Biz” olmak için bir “dığa” gerekir. “Zırto”, “çingene”, “gavur”…
Hepsi aynı cümlede, aynı ezberin parçaları. Birini dışlamadan, kimseye yer verilmiyor. Bugün kahvemi içerken fark ediyorum, amcam sadece bir kelime söylemedi o zamanlar. Bir düzeni yeniden üretti. Kendine alan açmak için, bir başkasının üzerine bastı.
Bu ülkede herkesin küçük bir Ermenisi var. Küçük bir “dığa”sı.
Ve herkes, o küçük figür üzerinden kendini temize çekiyor. Ben bu oyunu erken fark ettim. Kenarda durdum. Bazı sofralara oturmadım. Çünkü biliyordum, o sofralarda bana yer verilmesi, bir başkasının yerinden edilmesi pahasına mümkün oluyordu. Ve bugün hala “dığa” diyenleri duyduğumda, kulağıma sadece bir kelime değil, koca bir cumhuriyet yalanı çarpıyor…