İsrail’in İran’a yönelik saldırısı ile birlikte ilginç bir yaklaşım tartışması ortaya çıktı. Kimileri “Molla rejimi ile İsrail arasında bir tercih yapmak zorunda değiliz” diyerek İsrail saldırganlığına karşı çıkmayı ‘Molla rejimine destek’ olarak formüle etti.
Peki mesele bu kadar kolay açıklanabilir mi? Son iki yılda beş ülkeye saldıran, bunlardan üçünü işgal eden, bir tanesinde ise korkunç bir soykırım düzenleyen ABD ve Batı destekli İsrail’in saçtığı savaşa karşı durmak şu ya da bu yönetimle bizi aynı safa mı getiriyor?
“İki taraf da kötü, o zaman biz taraf tutmayacağız” dediğimiz zaman, konu başlı başına saldırganlık değilmiş gibi odak taraf seçme mecburiyetine kayıyor. ‘İsrail’, ‘Molla rejimi’ ve ‘tarafsızlık’ gibi üç yol varmış gibi bir yanılgı yaratılıyor. Oysa gerçek gündemin önümüze koyduğu seçenekler, iki yönetim arasında daha az kötüyü bulmak üzerinden değil; hikayenin başrolünü oynayan tarafın saldırganlığı üzerinden şekilleniyor. Yani üç değil iki seçenek var: İsrail’in açık saldırganlığı ekseninde şekillenen mevcut barbarlıkta antiemperyalist tutum, sadece bu saldırganlığa karşı durmamakla ölçülebilir.
İsrail’in saldırganlığına karşı duruşu ön plana çıkartmayı İran’daki ya da başka herhangi bir yerdeki yönetimle bir olmak gibi değerlendirenler ise diyalektik yerine Aristo mantığını tercih ediyor. Çünkü bugün yaşanan savaşın merkezinde ne İran’daki ne de başka bir yerdeki yönetimlerin defoları var.
Bu sebeple denklemin gövdesi doğru görünse de temeli hatalı bir formülasyona dayanıyor ve bizi bir açmaza sürüklüyor. Yine de tartışmayı derinleştirmek antiemperyalizmin kapsamına dair ufkumuzu açacaktır.
Gelin önce İsrail’in neden bugünkü gerilimde başrolü oynadığını konuşalım. Ardından bu saldırılara karşı çıkmak ile ‘molla rejimini desteklemek’ arasındaki farkı birbirinden ayırmaya çalışalım.
**
Birkaç yıldır dış haberler gündemini sindirerek takip edebilmek hiç de kolay bir iş değil. Son dakika haberlerinin baş döndürücü parıltısı olayları soğukkanlı değerlendirmeyi zorlaştırıyor. Yine de bir saniyeliğine soluklanıp şöyle bir uzaktan bakıp yaşanan olayların boyutunu düşünelim:
İsrail Gazze’de, akla hayale gelebilecek her türlü savaş suçunu işleyerek korkunç bir soykırım savaşı başlattı. Aç ve susuz kalan milyonlar, 55 bini aşkın hayatını kaybeden Filistinli, parçalanmış on binlerce çocuk bedeni… Tüm bunlar yüksek çözünürlükle ekranlarımıza yansıdı. ABD ve küçük ortakları ‘kendini savunma hakkı’ adı altında Tel Aviv yönetimine tarihin görüp görebileceği en ciddiyetsiz soykırım vizesini tanıdı.
Sonrasında beklendiği üzere İsrail saldırısı kuzeye sıçradı: Lübnan’daki Hizbullah’a karşı başladığı söylenilen saldırıyı kara işgali takip etti. Tüm egemenlik hakları hiçe sayılan Lübnan, İsrail ordusunun saldırıları ile birlikte binlerce insanını kaybetti. Yüz binlerce Lübnanlı ise yerini yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Güney Lübnan’da köyler ‘stratejik’ gerekçelerle havaya uçuruldu, haritalardan silindi.
Ardından Suriye’de Beşar Esad yönetimi bir çırpıda sona erdi. ABD ve müttefiklerince desteklenen HTŞ güçleri Şam’ı ele geçirdi. Eski El Kaide-IŞİD lideri Colani Şam’daki iktidar koltuğuna oturdu. İsrail ise pastadan kendi payını almak isteyerek, 1967’den beri işgal ettiği Golan Tepeleri’nin ötesine geçti ve Suriye’de yeni topraklar ele geçirdi. Bir nevi tampon bölgenin de tampon bölgesi… Bu helezonik işgal ile de yetinmedi, beyaz bayrak çeken Suriye ordusunun deniz, hava, kara demeden tüm ekipmanını yerle bir etti.
Bugün ise en başından beri savaşın içine çekmek istediği İran’a karşı bir saldırı başlattı. Tahran bombalandıktan sonra, daha İran henüz egemenlik ihlaline karşı misilleme hakkını kullanmadan önce bile Batı başkentlerinden ‘İsrail’in kendini savunma hakkı’ vizesi açık açık dile getirilmeye başlandı. İran’ın İsrail’e füze atışlarıyla yanıt vermesiyle birlikte Washington, daha önce pek çok örnekte olduğu gibi tüm uluslararası hukuku çiğneyerek müdahale sinyalleri verdi.
**
Tüm bu dönemde İsrail savaş makinesine tanınan dokunulmazlık hiç olmadığı kadar aleni hale geldi. Zaten tüyleri yolunmuş uluslararası hukukun son kırıntıları da maskeleme ihtiyacı duyulmadan ABD ve müttefikleri tarafından anlamsızlaştırıldı. Hatta kısa bir süre önce Almanya Başbakanı Friedrich Merz, İran’a yönelik saldırıları açık açık “İsrail’in hepimiz için yaptığı kirli iş” olarak tanımladı.
Sorunun kaynağı bu kadar netken, yakın geçmişte aynı ittifakın giriştiği düzinelerce yıkım ve felaket örneği varken, antiemperyalizmi ‘tarafsızlık’ olarak nitelemek, dolaylı yoldan saldırganlığa meşruiyet tanıyor.
Yaklaşık bir yıl önce yaptığımız söyleşide Hindistanlı Marksist tarihçi ve yazar Vijay Prashad tam da bugünkü konumuz hakkında düşündürücü bazı ifadeler kullanıştı[1]. “Çağımızın antiemperyalizmini nasıl tanımlamamız gerekir?” diye sorduğumuzda ‘içinde bulunduğumuz dönemin çok fazla belirsizlik barındırdığını’ dile getirdi ve ‘böylesi dönemlerde hiperemperyalizme karşı farklı politikalar meydana çıktığını’ söyledi:
“Bu politikaları birleştiren bazı şeyler var. Örneğin ülkelerin ve bölgelerin egemenliklerini savunma girişimlerinin tüm hareketleri birleştiren şeyler olduğunu düşünüyorum. Yani örneğin ister solda olun, ister İran hükümetinde olun… genel olarak bir bölgenin egemenliğinin ciddiye alınması konusunda hemfikirsiniz. İster ulusal bir toprak olsun ister bölgesel. İnsanların nasıl yaşayacaklarını belirleme hakları var. Egemenlik kavramı budur. Bu konuda kesin bir mutabakat var.”
‘ABD’ye diğer ülkelere gidip hükümetleri değiştirme hakkını verenin ne olduğunu’ soran Prashad, Afganistan’da ya da Irak’ta başarılı olamadılarsa diğer örneklerde başarılı olacaklarını düşünmemizi sağlayacak bir şey olmadığını vurguladı. Ancak Prashad’ın sözlerini bugünkü tartışmamıza bağladığı kısım ‘egemenlik’ ve ‘haysiyet’ olarak ikiye ayırdığı yaklaşım:
“Haysiyet ne anlama geliyor? Mesela ben Batı’nın ya da herhangi birinin İran’a karşı bir savaşına kesinlikle karşıyım. İran’ın egemenlik hakkına sahip olduğuna inanıyorum, ancak İran’ın içinde yaşananlar konusunda aynı fikirde olmayabilirim. Sınıf mücadelesi nerede, kadın haklarının rolü nedir vb… Ayrıca insanlara haysiyet dayatmaya da inanmıyorum. İnsanlar kendi mücadelelerinin içerisinden geçmek zorundalar. Bazen zordur. Onlara dayanışmamızı sunabiliriz. Ancak bir ABD bombardıman uçağının üzerine çıkıp bir ülkeyi bombalayarak bir insana haysiyet veremezsiniz. Hiçbir zaman işe yaramaz, değil mi? (…) Bu anlamda, ‘Biz hepimiz antiemperyalist miyiz değil miyiz?’ demenin yararlı olduğunu düşünmüyorum. Farklı türde politikalarımız var. Bazen politikalarımız kesişir bazen kesişmez. İran meselesi güzel bir örnek. Çünkü mesela ben İran hükümetini devirmeye yönelik bir müdahaleye tamamen karşıyım. Ancak bu yüzde yüz İran hükümeti yanlısı olduğum anlamına gelmiyor.”
**
Bu gündemin iki katmanlı olduğunu İranlı komünistlerin yaptıkları açıklamalarda da görüyoruz. Tudeh Partisi Merkez Komitesi’nin yaptığı açıklamada İsrail’in saldırıları ‘kriminal’ ve ‘terörist’ olarak nitelendirildi, dış askeri müdahalelerin, İran halkının iradesine, haklarına ve çıkarlarına tamamen aykırı olduğu vurgulandı. Tudeh, İsrail saldırılarının İran’ın egemenlik haklarını açıkça ihlal ettiğini belirtti.
Bununla birlikte parti, İran yönetimine eleştirilerini yine aynı konu başlığı altında belirtmekten geri durmadı. İran’da bugüne kadar güvenlik bütçesinin büyük bir bölümünü, içeride tükettiği, hak ve özgürlükleri baskı altına almak için kullandığı, bu sebeple İsrail ve ABD gibi dış tehditlerle mücadelede açıklar oluştuğu tespiti yapıldı[2].
Burada ifade edilen ‘üçüncü alternatifin sesi’ ile saldırılar karşısında ‘ne o, ne bu’ diyerek sessizliği tercih etmek arasında ciddi bir fark var. Çünkü Tudeh, acil gündemi ‘İsrail’in saldırganlığı’ olarak tespit ediyor ve İran’daki yönetime eleştirilerini de bu çerçevede dile getiriyor. Yani bağlamda bir tutarsızlık yok.
Yanlış anlaşılmasın, elbette İran’daki yönetimin uzun uzun sayılabilecek kusurları var. Tam da bu sebeple İran’da halk, çok değil 2022 yılında ayaklandığında o mücadele ile dayanışmanın sesi yükseldi. O dönemde “Sokağa çıkanlar İsrail’in oyununa geliyor” diyerek toplumsal mücadeleleri basite indirgeyenler yok değildi, ancak azınlıktaydı. Çünkü 2022’nin gündemi İran’daki yönetimin baskıcı uygulamalarıydı ve bu söz doğrudan İranlılar tarafından dillendiriliyordu, İsrail’in savaş suçlusu başbakanı tarafından değil.
Hiç kuşku yok ki bugün, diplomasi tarihinin en kanunsuz ve en saldırgan dönemlerinden birini yaşıyoruz. Ortadoğu’daki halklar bu ‘hızlı’ ve ‘kanunsuz’ zamanların bedelini kanlarıyla ödüyorlar. İsrail’in casus belli olarak öne sürdüğü nükleer gündem, laubalilik konusunda ABD’nin meşhur ‘Irak’ın kitle imha silahları’ bahanesi bile aşıyor. İşte bugünün sorunu bu. Belki yarının sorunu yine İran’daki yönetim olacak, olmalı da. Ancak İsrail’in başlattığı savaşın en sıcak anında ‘tarafsızlık’ ilan edip köşeye çekilmek, en iyi ihtimalle idealist bir sapma olacaktır.
Bu yüzden “Ne o, ne bu” şeklinde dile getirilen denklemin yapısal sorunu, derin bir analiz yapmayı olanaksız kılıyor; ‘ikisi arasında bir tercihe mahkum olmadığımızı’ ve bu yüzden de ‘iki kötü arasındaki bir savaşta tarafsızlığın öncelik olduğunu’ söylüyor. Antiemperyalist bir siyasi yaklaşım iki taraf arasında yapılan ehvenişer tercihleri demek değil. Saldırganlığı açıkça ortada olan tarafa karşı gelmek, sizi diğer yönetimin sadık kulu yapmıyor. Zira bugünün asli gündemi İsrail’in -ve ona örtülü örtüsüz destek veren tüm diğer aktörlerin- an itibariyle işlemekte olduğu suçlardır. Denklemi bu başlık altında kurduğunuz zaman İran’da, Filistin’de, Suriye’de ya da Lübnan’da yaşanan yıkıma karşı gerçek bir lense sahip olmak çok zor olmayacaktır.
Yanlış başlıklar ile inşa edilen bir denklemin çürük olduğunu fark ederek sığ tartışmalara saplanmamalıyız. Doğru başlıkları görüp, doğru tavırlar almaya çalışmak gerek. Aksi takdirde bağlama odaklanmadan, sadece taraflara bakarak yapacağımız tespitler arızalı doğar. Çünkü dünya, bizim dilediğimiz başlıklar etrafında dönmüyor; bize dayatılan başlıklarla mücadele edip onlarla başa çıkabilme kabiliyetimizle dönüyor.