Home yazılar iktibas Hegemonya krizi ve nükleer gerilimin gölgesinde İran-İsrail savaşı – Hamid Mohseni

Hegemonya krizi ve nükleer gerilimin gölgesinde İran-İsrail savaşı – Hamid Mohseni

0
Reklamlar
İran uzun süreli bir bombardımanın ardından bir iç savaşa sürüklenebilir ki ABD jeopolitik nedenlerle buna seyirci kalmaz. Dolayısıyla bölgedeki çatışmaların daha da içine çekilecektir
Didem Kris tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.

Not: Yazı 16 Haziran’da yayımlanmış olup yayımlandığı tarihte ABD’nin doğrudan saldırısı henüz yaşanmamıştı.

Ortadoğu’da gerilim dramatik bir şekilde tırmanıyor. Uzun zamandır gizli istihbarat operasyonları, siber saldırılar ve vekalet savaşlarıyla süren üstü örtük çatışma, İsrail ve İran arasında açık bir savaşa dönüştü. İsrail’in 13 Haziran 2025’teki ilk saldırısından bu yana tırmanan karşılıklı saldırılar, öncekilerden farklı olarak artık sadece caydırma manevrası değil. Bu da yıllardır bu senaryodan kaçınmaya çalışan uluslararası toplumun artık yeni bir gerçeklikle karşı karşıya olduğu anlamına geliyor.

Önceden ilan edilmiş bir tırmanış

İsrail, İran’a savaş uçakları ve insansız hava araçlarıyla saldırıyor. Gelen haberlere göre özellikle Tahran’da bomba yüklü araçlar patlatıldı ve kundaklama eylemleri gerçekleştirildi. İsrail’in yıllardır hazırlığını yaptığı ilk darbe etkileyici biçimde sahnelendi. İsrail istihbaratının, İran topraklarında gizli insansız hava aracı üsleri kurduğu ve İran’ın hava savunma sistemini saatlerce devre dışı bıraktığı bildiriliyor. Bu sayede ilk gece neredeyse hiçbir karşılık verilememiş oldu.

İran’ın nükleer programını hedef alan saldırıda Devrim Muhafızları’nın 20 kadar üst düzey mensubu ve önde gelen nükleer bilimciler öldü. Natanz ve Fordow nükleer tesisleri de vuruldu. Sivil altyapının bombalanması sonucunda ilk gece 78 kişi ölmüş, 300’den fazla kişi de yaralanmıştır. Bu esnada yaklaşık 225 kişi öldürüldü ve binlerce kişi yaralandı.

Saldırılar, nükleer tesislerin yanı sıra askeri altyapıya (özellikle füze üslerine), limanlara, havaalanlarına ve petrol ile doğalgaz tesislerine yönelik. Bununla birlikte, bombalanmış yerleşim bölgelerine ait görüntüler de sürekli olarak elimize ulaşıyor. İsrail’in şok stratejisi, İran’ı birden fazla cephede hedef alıyor ve bunun etkileri tüm ülkeye yayılıyor.

İsrail saldırılarına karşılık olarak, İran’ın rejim destekçilerinden Besic milislerini önemli kontrol noktalarına konuşlandırdığı söyleniyor. Ancak hepsinden önemlisi, Tahran İsrail’e, Savunma Bakanlığı da dahil olmak üzere, ağırlıklı olarak askeri ve siyasi altyapıyı hedef alan birkaç insansız hava aracı ve balistik füze dalgası fırlattı. Füzelerin yaklaşık yüzde 90’ı engellenmiş olsa da, yeni nesil füzelerin önemli hasara yol açtığı görülüyor. İsrail’deki siviller de vuruldu; 25 kişi öldü ve çok sayıda kişi yaralandı.

İran halkı arasındaki ruh hali çelişkili. Son yıllarda yaşanan devrim süreci, halkın çoğunluğu ile iktidar arasındaki derin uçurumu görünür kıldı. Sonuç olarak bazı İranlılar umutsuzca dışarıdan müdahale bekliyor. Bu sesler şu anda hala mevcut; hatta başlangıçta Devrim Muhafızları liderliğinin saldırıları ve ölümü karşısında sevinç ifadeleri bile vardı. Ancak savaş uzadıkça ve daha fazla sivil kurban verdikçe, bu sesler daha da azalıyor – ve “gelecekte daha fazla saldırıyı caydırmak için nükleer bombaya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var” diyenlerin sesi daha da yükseliyor. Bu aynı zamanda iktidardakilerin de mantığıdır.

Birinci Körfez Savaşı’nın gösterdiği gibi, dış tehdit İran’da sadece korkuyu değil, aynı zamanda devlete olan bağlılığı da arttırıyor. En büyük destekçilerini ABD ve İsrail’de bulan, muhafazakar ile aşırı sağcı monarşist çevrelerden oluşan İranlı sürgün kanalları, bu savaşın “İranlılar” arasında sevinçle karşılandığını iddia ederek, saldırılar sonucu ülkede geniş çaplı bir direnişin doğacağı yönünde umut yaymaya çalışıyor. Ancak bu kanalların çoğu esasen propaganda yapıyor ve öncelikle kendilerini temsil ediyorlar.

Genel olarak dış saldırılar devrimci süreç için zehirlidir, çünkü bu tür saldırılar, protesto ve muhalefet hareketlerinin bastırılmasına ya da geri çekilmesine yol açar – İran’da yakın zamanda muazzam bir dayanışmaya sahne olan kamyon şoförlerinin büyük grev hareketi gibi. Tarihsel olarak bakıldığında, en büyük idam dalgaları da bu tür çatışmaların gölgesinde gerçekleşir.

Başarısız müzakereler

İsrail’in ilk saldırısından üç gün sonra, ABD ile İran arasında İran’ın nükleer programına ilişkin altıncı müzakere turunun yapılması planlanmıştı. Görüşmeler zorlu geçse de, her iki taraf da bir uzlaşının mümkün olduğunu defalarca vurgulamıştı.

İran bu görüşmelere zayıflamış bir şekilde katıldı. Bir yandan halk, yıllardır süren ekonomik kriz nedeniyle geçim sıkıntısı içinde ve bunun sorumlusu olarak rejimi görüyor. Öte yandan İran’ın öncülük ettiği “Direniş Ekseni” – başta Esad rejimi, Lübnan’daki Hizbullah, Filistinli Hamas ve Yemenli Husî milisleri – son dönemde İsrail’in saldırılarıyla ciddi biçimde zayıflatıldı, kısmen de yenilgiye uğratıldı. Bu koşullar altında İran, ABD’yi “yalnızca” nükleer mesele ve uranyum zenginleştirme konusunda müzakere etmeye ikna etmeye çalıştı; İsrail’in ve ABD yönetiminin bir kısmının istediği gibi füze programı ve “Direniş Ekseni”ne verilen destek ise müzakere konusu olmamalıydı.

Trump ise son olarak kararsız ve tutarsız bir tutum sergiledi. Dışa dönük söylemlerinde İsrail’i askerî bir saldırıdan caydırmaya çalıştı ve savaş sürerken bile müzakerelerin gerekliliğini vurguladı. Ancak daha sonra Trump, saldırılardan önceden haberdar olduğunu kabul etti.

ABD’nin İsrail’i başta Demir Kubbe olmak üzere yalnızca askeri olarak değil, aynı zamanda istihbarat bilgisiyle de yoğun biçimde desteklediği kamuoyunca biliniyor. İsrail’in, gerçekleştirdiği askeri operasyonu uzun süredir planladığını açıklaması da bu desteğin ne kadar kapsamlı olduğunu ortaya koyuyor. Nitekim ilk saldırı dalgasının boyutu, bu uzun hazırlık sürecini açıkça yansıtıyor. İran ise bu hava saldırılarına hazırlıksız yakalanmış görünüyor; belli ki rejim müzakere sürecine bel bağlamıştı. Ancak bu müzakereler şimdilik rafa kaldırılmış durumda.

Son günlerde yaşanan bir dizi gelişme, krizi daha da tırmandırdı. İsrail’in saldırısından yalnızca bir gün önce, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA), son 20 yılda ilk kez İran’ın uranyum zenginleştirme konusunda ortak anlaşmaları ihlal ettiğini duyurdu.

Bundan birkaç gün önce ise, İran İstihbarat Bakanlığı kendi açıklamasına göre, İsrail’in nükleer programına ve ABD’nin bu programa katkısına ilişkin binlerce belgeyi ele geçirmiş ve bir kısmını yayımlamıştı. İddialara göre, UAEA’nın İsrail tarafından etkilendiğine dair kanıtlar var ve bu da kurumun tarafsızlığını sorgulatacak nitelikte.

Tüm bunlara ek olarak, ABD Başkanı’nın İran’a verdiği 60 günlük müzakere süresi de İsrail’in saldırısından hemen önce sona ermişti. Reuters haber ajansının üst düzey İsrailli kaynaklara dayandırdığı haberine göre, Başbakan Netanyahu saldırı emrini Trump’la yaptığı bir telefon görüşmesinden kısa bir süre sonra verdi. Ancak Trump’ın bu süreyi gerçekten ciddiye alıp almadığı ya da sürenin dolmasının ardından İsrail’e örtülü bir onay verip vermediği hala belirsizliğini koruyor.

İsrail’in saldırı gerekçeleri

Artık 75 yaşında olan Benjamin Netanyahu, 7 Ekim 2023’ten önce ülke içinde yoğun bir siyasi baskıyla karşı karşıyaydı; birçok kişi onu siyaseten sona gelmiş olarak görüyordu. Halk, büyük ölçüde aşırı sağ unsurlardan oluşan hükümetten bıkmış durumdaydı.

Netanyahu açısından Hamas’ın 7 Ekim 2023’te gerçekleştirdiği katliam, geriye dönüp bakıldığında adeta bir “armağan” niteliğindeydi. Çünkü İsrail Başbakanı böylece, içerideki çaresiz siyasi durumlarda daha önce defalarca işe yarayan şeyi yapma fırsatı buldu: Savaş başlatmak ve sürekli olarak gerginliği tırmandırmak. Bu savaş, onun siyaseten ayakta kalmasını sağladı. İlk ilan edilen hedef Gazze’deki Hamas’tı; ancak Netanyahu’nun amacı en başından beri İran’ı son hedef olarak gören “Direniş Ekseni”nin tamamına yönelikti.

O zamandan bu yana İsrail, Hamas’ı ve Hizbullah’ı büyük ölçüde etkisiz hale getirdi ve Esad’ın devrilmesiyle sonuçlanan Suriye İç Savaşı’nda da önemli bir rol oynadı. Bu süreç, İsrail’in bölgedeki en büyük rakibi ve ezeli düşmanı olan İran İslam Cumhuriyeti’ne (İİC) yönelik şu anki saldırılarının zeminini hazırladı.

Netanyahu 15 yılı aşkın bir süredir -hiçbir kanıt sunmadan- İran’ın nükleer bomba yapmanın eşiğinde olduğunu iddia ediyor. Bugün de bunu İsrail’in kendini savunma hakkı çerçevesinde harekete geçmesine gerekçe olarak gösteriyor. Ancak herhangi bir somut delil sunmadığı için, 13 Haziran’daki ilk saldırı ve ardından başlayan savaş, uluslararası hukuka aykırı kabul ediliyor. Dahası, Netanyahu 2015’te İran’la imzalanan (ABD’nin üç yıl sonra Trump döneminde çekildiği) nükleer anlaşmaya zaten karşı olduğunu ilan etmişti. Bu çerçevede İran ile yeni bir anlaşmayı da reddetti. Ve şimdi, İran’a yönelik hava saldırılarıyla hem bu ihtimali ortadan kaldırdı hem de ABD yönetimi içindeki anlaşma karşıtlarının güç kazanmasını sağladı. Artık İsrail’deki şahinler kendi hedeflerini hayata geçirme fırsatını yakalamış durumda: İran’ın nükleer programını tamamen ortadan kaldırmak, füze programına son vermek ve “Direniş Ekseni”ni kesin olarak bitirmek. Bu da İran İslam Cumhuriyeti’nin bugüne kadarki dış politika modelinin sonu olacaktır.

Reuters’ın iki ABD’li kaynağa dayandırdığı haberine göre Trump, İsrail’in ilk saldırı dalgası sırasında devrim lideri Ali Hamaney’i öldürmesini engelledi. Ancak Netanyahu’nun İran’da hedeflediği rejim değişikliği, ülkenin kapsamlı bir şekilde bombardımanlarla yıkıma uğratılmasıyla ve aynı zamanda bir iç savaşın fitili de ateşlemek için İran’ın çevre bölgelerinde (Kürdistan, Beluçistan, Azerbaycan vb.) silahlı isyancı grupların desteklenmesiyle de mümkün olabilir. Ancak şimdilik bu yönde somut bir kanıt bulunmuyor.

Trump’ın ikilemi

Vahşi Batı tarzı bir siyaset izleyen Donald Trump için savaş ve müzakere hiçbir şekilde birbirine zıt kavramlar değildir. Dikkate değer bir retorik hokkabazlığıyla bir yandan sürekli müzakere çağrısı yaparken, diğer yandan ABD’nin doğrudan savaşa dahil olmasını da ihtimal dışı bırakmıyor. Böyle bir adım İran’ın askeri açıdan sonu anlamına gelecektir, ancak Trump açısından da, kendi ilan ettiği dış politika çizgisinden sapma anlamına gelir. Çünkü Trump, göreve geldiğinden bu yana ABD’yi savaşlardan uzak tutacağına ve Gazze, Ukrayna ve İran’daki çatışmaları müzakere yoluyla sona erdireceğine dair sözler veriyor. Böylece ABD’nin dikkatini yükselen küresel güç Çin’in sınırlandırılmasına yoğunlaştırabileceğini savunuyordu.

İsrail’in İran’a saldırısı nedeniyle ABD şimdi yeniden çatışmanın içine çekiliyor. Bu durum MAGA [Make America Great Again (Amerika’yı Yeniden Harika Yap)] kampı içinde de eleştirilere yol açıyor; örneğin etkili gazeteci Tucker Carlson ve Trump’ın eski baş stratejisti Steve Bannon bunu engellemek istiyor ve İsrail’in Gazze’deki harekatını da eleştiriyorlar.

Bu nedenle ABD hükümeti bir ikilemle karşı karşıya: Ya savaşı kısa sürede sona erdirip İran’ı sıkı denetim altında sivil nükleer enerji kullanımını kabul edeceği bir anlaşmaya ikna edecek, ki bu şu an için pek olası görünmese de, çatışmalar sona erdikten sonra bir seçenek olabilir ve Netanyahu’yu karşısına alacak. Ya da İsrail’in de destekleyebileceği başka bir olasılığı seçecek: İran’a çok daha sert bir anlaşmayı -nükleer programdan tamamen vazgeçilmesi, silahsızlanma ve “Direniş Ekseni” ile bağların koparılması- dayatmak. Bu senaryo, savaş uzadıkça ve İran askeri olarak direnç gösteremedikçe daha muhtemel hale gelir. Fakat buradaki sorun şudur: Şahinlerin siyasi olarak üstünlüğü ele geçirdiği İslam Cumhuriyeti’nin bunu kabul etmesinin pek mümkün olmaması, zira bu kendi sonunu getirecektir.

Bir tür ara çözüm, uluslararası toplumun her iki tarafının da masaya oturması ve bir uzlaşma formülü geliştirmesi olabilir. Türkiye halihazırda arabulucu rolüne talip, Rusya ve Çin’den de benzer sinyaller geliyor. Ancak bu uzlaşmanın içeriği şu anda tamamen belirsiz ve her halükarda uygulanabilir olması başlı başına bir diplomatik denge oyunu olacaktır.

Bu senaryolar gerçekleşmez ya da başarısız olursa, İran uzun süreli bir bombardımanın ardından bir iç savaşa sürüklenebilir ki ABD jeopolitik nedenlerle buna seyirci kalmaz. Dolayısıyla bölgedeki çatışmaların daha da içine çekilecektir. Dahası, böyle bir iç savaş yıllarca, hatta belki de on yıllarca sürebilir, zira mollalar ve Devrim Muhafızları sahayı terk etmeyeceklerini, son kurşunlarına kadar savaşacaklarını açıkça ortaya koydular.

* Hamid Mohseni İran’da doğdu ve Almanya’da büyüdü. İran’daki gelişmeleri takip ediyor ve sol dayanışma girişimlerinde yer alıyor.

No comments

Yorumunuzu ekleyinCevabı iptal et

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Exit mobile version