1.
Hep gündemde olan, giderek çok daha sık kullanılan, daha çok işlevsellik kazanan, netameli bir kavram: ‘Kimlik.’ Düşünsel ve siyasal/ideolojik anlam yükü ve de işlevselliği yoğun olarak ‘Aydınlanma-modernite-uluslaşma/ulus devletleşme’ süreciyle birlikte açığa çıkıp belirgin bir hâl alsa da, mazisi daha da eskilere uzanıyor. Ne kadar doğal (özsel) ne kadar inşa edilmiş (kurgusal) olduğuna dair yazılanlar ise geniş bir külliyat oluşturuyor. Keza yapılan tanımlamaların çokdisiplinli karakteri ve her disiplinin (tarih, sosyoloji, felsefe, antropoloji, psikoloji vb.) ‘kimlik’ konusuna kendini merkeze alarak dâhil olması, tanımlama olarak da çokluğun ortaya çıkıyor olmasının nedeni. Dahası da var: Sadece disiplinler düzeyinde değil, bu müktesebata, siyasal-ideolojik belirleyenler üzerinden yapılan katkılar/yorumlar da eklenince ve de bunların hayatın bütün alanlarına yönelik etkileri dikkate alındığında ‘kimlik’in, varoluşsal, siyasal, kültürel, gerilimli bir sorunsal/problematik olduğu gerçeği daha kolay anlaşılır hale geliyor. Günümüzde, sonuçları itibarıyla bu çerçevede yaşananlar ise, gerilim yüklü bu tabloyu çok daha ürkütücü, çok daha vahim bir hâle getiriyor.
Evet, ‘Kimim’? sorusu kadim bir soru. (Sokrates: ‘’Kendini tanı!’’) Bu soruya verilen/verilecek yanıtların mahiyeti, ‘bireysel olandan ‘kolektif’ olana varana kadar ‘kimlik’in anlam/duygu dünyasını açığa çıkarıyor. İnsanın kendini tanımak/bilmek- tanınmak istemesi (buna genel anlamda varoluşsal talepler diyelim) ve aynı anda bir şeye/yere aidiyet duyması (buna da en çok güvenlik/güvende olma talebi diyelim) bu olgunun arka planındaki harekete geçirici temel dürtüler. Zaman (hem tarih -hafıza-olarak yaşanmış geçmişi, hem yaşanmakta olan şimdiyi, hem de tahayyül olarak yaşanacak olan geleceği, süreklilik halinde taşıyan zaman) ve mekân (coğrafya, ülke, vatan, yurt) ise, bireysel-kolektif kimliklerin oluşumuna zemin teşkil eden iki ana unsur. Buradan bakınca ‘kimlik’in, anlam çerçevesini çizen çoklu bileşenleriyle (din, etnisite, dil, coğrafya vb..) bir süreklilik arz ettiği ve yine bu bileşenlerinin belirleyicilik anlamda dönemsel olarak ön alması ya da gerilemesi nedeniyle değişimi-dönüşümü içkin dinamik bir ‘oluş’ serüveni olduğu söylenebilir.
2.
Burada birey olarak insanın hikâyesi ana rahmine düştüğü anda başlar. Tamamen rastlantısal olan ve adım adım (gönüllü) zorunluluk(!) halini alacak olan bu başlangıç, -rastlantısal, çünkü insan annesini ve babasını bilinçli olarak kendisi seçemiyor; zorunluluk, çünkü kendisinden önce oluşmuş, süreklilik kazanmış kolektif hafızanın ve onun dünyasının içine doğuyor, kaçınılmaz olarak ona dâhil/onun parçası oluyor- henüz dış dünyanın karmaşasından uzaktadır ve o an gelene kadar ömrü boyunca yaşayacağı en korunaklı ve güvenli ortamdadır. Bundan sonrası -bu güvenli ortamdan dışarıya çıktıktan, yani doğumdan sonrası- ‘içerden’ ‘dışarıya’ doğru aşama aşama (aile, mahalle, okul, toplum, millet…), belirleyici unsurları çoğalarak gelişecek dinamik, doğurgan bir ‘oluş’ serüvenidir. Bu ayrım (içerisi/içsel-dışarısı/dışsal ayrımı) dikkate alınarak söylenecek olursa insana dair bu serüven, ‘psişik’ olandan ‘toplumsal’ olana, adı konacak olursa, ‘benlik’ten ‘kimlik’e doğru, birlikte bir bütün teşkil edecek şekilde devam eder. Burada belirgin özellik, gerek ‘psişik-benlik’in gerekse ‘bireysel/toplumsal-kimlik’in, belirleyenlerinin mahiyeti itibarıyla potansiyel olarak çokluğu içeriyor ve de buna bağlı olarak, ister birey ömrü ile sınırlı dar zamanda isterse toplumsal/ulusal ölçekli geniş zamanda, bunun çoklu sonuçlarını taşıyor olmalarıdır. Aşikâr olan, günümüz dünyasında, maliyeti giderek daha da ağırlaşan bir problematik halini alan ‘kimlik’ sorununun, bu çerçevede kaçınılmaz olarak yoğun tartışmaları, (yeni) arayışları zorunlu kıldığıdır. Bu yazı, bir bütün teşkil eden ‘benlik-kimlik’ birlikteliğini bir kez daha vurguladıktan sonra, münhasıran ‘kimlik’i öne çıkarmak suretiyle ona dair bazı notları içeriyor.
3.
‘’Kimim?’’ sorusuna verilen yanıtlar son kertede ‘kimlik’ tanımlamasıyla buluşuyorsalar ve bu kapsamdaki tanımlamalar, masumiyetlerini(!), esas olarak modern dönemde yitirecek oluyorsalar da, modern öncesi dönemde bu çerçevede yaşananların, ileride yaşanacakların habercisi olacakları da rahatlıkla söylenebilir. Şöyle ki: Pre-modern dönemde ‘kimlik’in temel belirleyeni, aşkın ve kucaklayıcı gücüyle, baştan aşağıya her şeyi, -sistemi ve yaşamsal ilişkileri- düzenleyen/denetleyen, başka hiçbir bileşene fırsat vermeyecek kadar, ‘din’dir. Bu ilâhi referans, kutsiyeti ve tartışmasız mutlak gücü nedeniyle, kolaylıkla, ayni din mensuplarından teşekkül edecek geniş kesimleri, aynı çatı altında bir araya getirecektir. Bir başka ifadeyle ‘dini kimlik’, pre-modern dönemin tartışmaya mahal vermeden kabul edilen (meşru) tek kimliği olacaktır. Burada zamanla açığa çıkacak farklılıklar, din kapsamında gelişecek anlayışların/mezheplerin farklılığından kaynaklanacaktır. Bu farklılıkların birbirinin ötekisi/düşmanı olma hali ise, süreç içinde yaşanan gelişmeler ışığında ortaya çıkacak siyasi taleplerin, çıkar/güç çatışmalarının, kendinde bir güç olan ‘kimlik(ler)i’, amaçları doğrultusunda ve o amaçlara ulaşmak amacıyla, daha çok işlevselleştirilmeleri sonucunda gerçekleşecek ve de bunun maliyeti de, tarihe ‘din savaşları’ olarak geçecek barbarlığa kadar varacaktır.
4.
Din merkezli, onun hayatın her alanını kuşatan ve kutsiyeti nedeniyle kolay kabul gören belirleyiciliği altında geçen pre-modern dönem; tarihsel seyir içinde ardı sıra gelişen Rönesans, Reform hareketleri ve Aydınlanma’yla birlikte sona erecektir. Yeni başlayan modern dönem/modernite, dinin belirleyici gücünün gerilediği (laiklik), aklın ön aldığı (rasyonalleşme/bilim, doğaya müdahale), yapısal ekonomik-siyasal değişiklilerin (kapitalizm-uluslaşma/ulus-devletleşme) gündeme geleceği ve de ‘yeni bir insan’ yaratmanın hedeflendiği iddialı bir dönemdir. Şimdi artık, geçmişin -modern öncesi dönemin- ‘karanlığından’, bugünün -modern dönemin- ‘aydınlığına’ geçilmek suretiyle, ‘kimlik’(ler)’ alanında da, dönem koşullarıyla örtüşen, yeni ‘kimlik’ anlayışları ve onlara denk düşen ‘kimlik’ler gündeme gelecektir.
İdeolojik arka planın/belirleyeninin milliyetçilik olacağı (bu yeni dönemin bir başka ismi ‘İdeolojiler Çağı’dır), siyasal anlamda yeni bir yapı olarak sınırları belirgin toprak bütünlüğüne dayalı ‘ulus-devlet’lerin açığa çıkacağı bu dönemde, ilk etapta, ‘kan bağına/etnisiteye vurgu yapan, ortak dil, din, kültür, toprak bütünlüğünü gibi çoklu bileşenler çerçevesinde kurgulanan/inşa edilen hâkim yeni kimlik: ‘Ulusal-milli kimlik’tir. Bu ve bundan sonrasındaki gelişmeler şunu gösterecektir ki ‘kimlik’ler ezel-ebed aynen var olacak olan, değişmez, entiteler değildir; tarihsel süreklilik içinde, dönemsel koşulların gerçeklikleriyle/gereklilikleriyle örtüşen, bu bağlamda değişime/dönüşüme uğrayan, ‘oluş’ halindeki olgulardır. Geçmiş dönemden farklı olarak bu dönemde gerçekleşen radikal değişikliklerin ‘kimlik’ düzeyindeki yansımaları ise, rasyonelleşme sonucu dinin boyun eğdirdiği, geniş kümeye dâhil ettiği ve anonim kıldığı bireyin, şimdi artık ‘birey özne/irade’ olarak öne çıkmaya ve de ‘bireysel kimlik’ düzeyinde önem kazanmaya başlamasıdır. Bir diğeri ise ‘ulus-devletleşme’ ile, öncesinde daha geniş ölçekte bütünsel yapı gösteren imparatorluk topraklarının parçalanması, ayrı ayrı ‘ulus-devletler’ olarak çoklu bir mahiyet kazanması ve de bu parçalanmanın/çoklu halin, eski dönemde tek bileşen din birliğiyle bütünlüğü/benzerliği/ homojenizasyonu sağlanan ’kolektif kimlik’te çokluğu, farklılığı (heterojen) öne çıkaran bileşenler olarak yansımasıdır. Şudur: Pre-modern dönemde din’in tek başına belirleyiciliğiyle geniş ölçekte bütünlüğü/ benzerliği/homojenizasyonu sağlanan ‘kolektif kimlik’, şimdilerde belirleyici bileşenlerin de çoklu hâl almasıyla, (etnisite, dil, din, kültür, toprak…) daha dar ölçekli -ulus devletle sınırlı- homojenizasyonla sınırlı kalacak, yine bu sınırlar içinde geçmiş dönemde ‘din’in üzerini örttüğü farklılıklar şimdi, imparatorluk bakiyesi olarak ulus devletler içinde, sorun yarat(ıl)ma potansiyel içkin ‘’ayrıksı ot’’lar olarak konumlan(dırıl)acaklardır.
Şimdiden sonra, gerek ‘birey’ gerekse ‘kolektif’ kimlik düzeyinde daha belirgin biçimde açığa çıkacak olan ‘ben(biz)’-‘öteki(ler)’ ilişkisinin niteliğine yönelik olarak işte bu noktada, yeni siyasal yapılanmaları ve de yeni kimlikleri konsolide edecek uygulamalar devreye girecek, bu bağlamda her ‘ulus-devlet’ öncelikle kendilerini yücelten/biricik kılan tarihlerini (resmi tarihlerini) yazmaya koyulacaklardır. Amacı başından belli olan (teleolojik) bu işlemde ‘kimlik’ tanımlanmasının kapsamını belirleyecek olan soru da sadece ‘’ben kimim?’’ sorusu değildir artık; bundan daha çok, belirlenen amacı gerçekleştirmek adına, bir dayatmayı da içkin ‘’ben kim olmalıyım?’’ sorusudur. Aynı zamanda ‘’kim olmamalıyım’’ı da içeren bu ilave soru ‘olan’dan çok ‘olması isteneni’ işaret ettiğinden, tarihin/tarih yazımının ne kadar ‘nesnel’ ne kadar ‘öznel’ olduğu bilindik tartışmaları bu noktada daha da alevlenecektir. Tartışmalar süre dursun, tarih yazımı son kertede ulus devlet ve ulusun/ulusal kimliğin amacına uygun bir ‘geçmiş inşası’ olarak tecelli edecek, tecelli ederken de tam da bu ‘amaca uygunluk’ (teleolojik) talebi, bir hataya mahal vermemek adına, inşa sürecinde ince hesap kurgusallığı/hayali olanı zorunlu kılacaktır. Yine bu sorulara, amaca uygun olarak verilecek yanıtların kesinliği/keskinliği kimlikler düzeyinde ‘Ben-Biz’/’Öteki(ler) ayrımına aynı kesinlik/keskinlikle yansıyacak ve de ilişkiler, en azından yeri ve zamanı geldiğinde ‘düşman(laştırılmış) ilişkilere dönüş(türül)erek, şimdilerde de birçok örneği görülen, barbarlık kertesinde kötü sonuçlar doğurabilecektir.
Şu da var ki, tarihsel gelişmeler ışığında, kimlik kapsamında belirleyici bileşen olarak sadece milliyetçilik ideolojisi söz konusu olmayacaktır. Örneğin, teorik kapsamı daha öncesinde oluşan, 20.yüzyıl başı itibarıyla, arka planı bir başka ideoloji, sosyalizm olan ‘sınıfsal kimlik’, hâkim siyasal sistem (kapitalist sistem) karşısında yeni/karşı siyasal sistem olarak sosyalist sistem/blokla birlikte gündeme gelecektir. Yüzyılın son çeyreğine kadar sürecek olan ‘iki kutuplu’ dünyanın oluşması da demek olan bu yeni durum, uluslararası ölçekte yeni uluslararası sistemi ifade etmektedir ve de henüz daha çok yeni arkada bırakılan kanlı geçmiş (iki dünya savaşı) deneyimi gerçeğinden hareketle, daha yaşanabilir bir dünya adına belirli ya(pı)sal düzenlemeleri de zorunlu kılacaktır. Aynı amaçla, ulusal kimliklere giydirilen milliyetçilik damgalı ‘deli gömleği’ tamamen çıkarılmasa bile, (‘’bu gömleği çıkar diğerini giy, oldu da bitti, her şey tamam..’’, nerede o kolaylık..!?) çatışma yerine bir arada yaşamanın asgari koşullarını sağlamak adına, tadilata uğramak zorundadır artık. Bu bağlamda, sosyalist sistemde bu, sol değerler temelli, meşruiyeti buradan gelen, ‘sınıfsal kimlik’ olarak karşılık bulurken; kapitalist sistem içinde, özellikle gelişmiş demokrasilerde ‘anayasal vatandaşlık’, ‘eşit vatandaşlık’ temelli uygulamalar, ideolojinin katı sınırlarını görece aşan, kültürel farklılıkları/farklı kimlikleri bir arada tutmayı hedefleyen, kuşatıcı oluşumlar olarak gündeme gelecek, buralardan meşruiyet kazanacaklardır.
5.
20.yüzyılın son çeyreğine gelirken ekonomik-teknolojik-siyasal-toplumsal alanlarda yaşanan gelişmeler, yerleşik uluslararası sistemi, bu bağlamda ulus devletlerin mevcut yapılarını ve yürürlükteki uygulamalarını, rejim farkı gözetmeksizin, zorlamaya başlar; iki kutupluluğun sona ermesi bunu daha da artırır. Bir ismi de küreselleşme olan (başta ‘post-modern/modern sonrası dönem’ olmak üzere isimleri çoğaltmak mümkün) bu dönemin belirgin karakteristiklerinden biri, belirleyici/kuşatıcı unsur olarak ideolojilerin güç kaybına uğramasıdır (büyük anlatıların sonu). Bunun sonucu, ulus devletlerin, kimliklerin sınırlarının aşınmaya başlamasıdır. Şöyle ki, şimdiden sonra, oluşan yeni koşullarda, ulus devlet ölçeğinde bu aşınmalar ‘sınır-ötesi/ulus-ötesi’ anlayışları/yapılanmaları gündeme getirir (ör.Avrupa Birliği); kimlikler ölçeğinde ise, aynı anda, bir yandan geçmişte belirlenen tarafından baskılanan birçok kültürel farklılıklar, daha esnek ve dar ölçekli (alt) kimlikler olarak açığa çıkar. Avrupa Birliği örneğinden gidecek olursak bu çoklu (alt) kimlikleri kuşatarak bir arada tutacak sınır ötesi/ulus ötesi ‘üst kimlik’ olarak Avrupa(lı) kimliği oluş(tur)ma yoluna gidilir. Yine ‘kültürel melezleşme-çokkültürlülük’, henüz ne olduğu ve nasıl olacağı belli olmayan ‘yeni dönem’in ve ‘ yeni insan’ın inşası yolunda sıklıkla dillendirilen kavramlardır. Devamla, ‘ben-öteki’ ilişkisinde karşılığı olacak olan bu gelişmelerde (daha esnek, yumuşak ilişkiler), dikey ve yatay anlamda yeni kimlik tanımlamaları/tasnifleri gündeme gelir. Bu bağlamda ‘üst kimlik’ (sınırları genişleyen, içeriği çoğullaşan, çok daha geniş kapsamlı kuşatıcılığı olan kimlik) ve ‘alt kimlik’ (bu da kendi sınırlarını koruyarak kuşatıcı, ‘büyük’ üst kimliğe dâhil olacak daha ‘dar/küçük’ ölçekli kimlikler) tanımlamaları, dikey anlamda hiyerarşik konumlanan, buradan içerik kazanan kimlik tanımlamalarıdır. (Burada, aynı koşullarda gündeme gelen, sınırlamaları aşan ‘Kıbrıslılık’ üst kimliği ile sınırlarını koruyarak buna dahli öngörülen Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum alt kimlik tanımlamalarını/tasniflerini hatırlayalım.) Ulus devlet çatısı altında ister baskılayarak, isterse aynılaştırmaya (asimilasyon-entegrasyon) çalışılarak kontrol altında tutulan kültürel kimliklerin açığa çıkmasıyla (azınlıklar, cinsiyet kimlikleri vb.) oluşan kimlikler ise yatay anlamda gelişen kimlik örnekleridir.
Ne var ki, yeni milenyumda, dünyanın ve insanlığın geleceği adına umutlu bir başlangıcı ifade eden bu gelişmelerin yarattığı olumlu hava uzun sürmeyecek, ‘siyasal yapılanma/ilişkiler’ ve ‘kimlik/ilişkiler’ düzeyinde bunun karşılıkları olacaktır. Şöyle ki, ‘ulus-ötesi/sınır-ötesi‘ siyasi yapılanmaları teşvik eden eğilimler, güçlü belirleyen bileşen olarak ‘milliyetçiliğin’ yeniden öne çıkmasıyla, ‘ulus-sınırı içine’ kapanma eğilimleri ve bunun somut sonuçlarıyla yer değiştirecektir. Aynı içe kapanma kimlikler düzeyinde de olacak, ‘ben-öteki’ ilişkileri buradan anlam kazanacak, keskin kılıç ayarında ‘kutuplaşma’, siyaset alanından gündelik ilişkilere kadar yaygın olarak kullanılan ve de karşılığı olan azgın bir kavram olarak dillerde yer edinecektir.
6.
İyi de, insanlığın tarihsel gelişim süreci içinde yaşanan bunca acı deneyime; düşünsel ve kuramsal ölçekte tüketilen mürekkebe, harcanan emeğe, oluşan yoğun müktesebata; siyasal ve yasal düzenlemelere (ulus-ötesi örgütlenmelere, demokratik açılımlara), alternatif sistem oluşturulmasına (sosyalist sisteme) rağmen, neden hep aynı çıkmaza düşülüyor, aynı dehşet sahneleri yaşanıyor? Burada insanlık adına bir umut olmak için yola çıkan (alternatif) siyasal/entelektüel aklın geçmişten bugüne ve yarına yönelik daha iyi, daha adil, daha güvenilir (bu dahalar çoğaltılabilir) olana ulaşmak, bunu yapısal ve düşünsel olarak inşa etmek amacıyla, ister ‘meşruiyet’, ister ‘direniş’, isterse ‘proje’ kapsamında ürettikleri/tanımladıkları ‘kimlikler’in yeterli olmaması, ‘ben ve öteki’ ilişkisinin kolaylıkla çatışmaya dönüş(türül)mesi, nereden kaynaklanıyor?
Eksik olan ne?
Şudur: Bütün bu iddialı siyasal-yasal düzenlemelerin, kuramsal-düşünsel müktesebatın, kimileyin bir elbise gibi biçilerek ‘giy kurtul’ (ör.AB ve Avrupa Kimliği); kimileyin bir reçete gibi düzenlenerek ‘al uygula, kurtul’ proje (ne çok proje) kıvamındaki, biraz da buyurgan ve de yukardan dayatılan sentetik/plastik önermeleri/çıkarsamaları, tam da bu özellikleri nedeniyle ‘sahicilik ve samimiyetten’ (bir ruhtan diyebilir miyiz) yoksun, daha çok dostlar alışverişte görsün, ‘göstermelik’ bir mahiyet taşımaktadır. Öyle olduğu içindir ki bir yerden sonra, herhangi bir kriz anında örneğin, hemen fire vermektedir. (ör. Avrupa Birliğinin ‘ulus-ötesi’ kimlik önermesinin bugün geldiği nokta)
Buradan bakınca ortada bir ahlâk sorunu olduğunu, siyasal-yasal bütün o önermelere/çıkarsamalara süreklilik ve uygulanabilirlik sağlayacak şeyin (aynı zamanda bir ruh kazandıracak şeyin), önermelerin/çıkarsamaların kendilerinde de içkin olması gereken ve de aşağıdan yukarıya, bireysel olandan kolektif olana kadar benimsenmiş/içselleştirilmiş, ‘sahici ve samimi’ ahlâk anlayışı olduğunu söylemek, yanlış olmasa gerek. Buradaki ‘sahicilik ve samimilik’ vurgusu, günümüzün yaygın, bireysel anlamda sadece kendisiyle/çıkarlarıyla sınırlı, ‘duygusal’ olmaktan öteye geçmeyen yerleşik ahlâk anlayışından olan farkı ortaya koyması bakımından göz ardı edilmemesi gerek temel unsurdur. Çünkü ‘sahicilik ve samimiyet’tir ki yeri geldiğinde kendinden vazgeçebilmeyi, kendini öteki’nin yerine koyabilmeyi, kolektif/ortak taleplerde/çıkarlarda buluşmayı ifade etmektedir ve aslolan da bunun birey-toplum ölçeğinde içselleştirilmesi, benimsenmesidir.
Söz uzar/uzadı. Noktayı şöyle koyalım:
İnsanın bir ömür yaşayacağı hayata ‘rastlantısal’ olarak başlangıcı onun ortak özelliği; sonrasında (gönüllü) zorunluluk olarak yaşayacakları ise kaderi. ‘Rastlantısallık’ çok basit bir gerçeği, şu andaki ‘ben-öteki’ konumunun kolaylıkla yer değiştirebileceği; yani ‘ben’ olanın rastlantısal olarak yaşadığı kaderi ‘öteki’nin de yaşayabileceği, ‘öteki’ olanın yine rastlantısal olarak yaşadığı kaderi de ‘ben’ olanın yaşayabileceği gerçeğini ifade eder. Salt buradan bakınca bile ‘ben ve öteki’ birbirinin hayali gibi. İnsan en azından bunu hatırlayabilse, o sahici ve samimi akıl/ahlâk anlayışı daha kolay benimsenip içselleştirilebilecek, kendini öteki’nin yerine koyma da, ilişkilerde kolektif/ortak çıkarlarda buluşabilme de daha kolay gerçekleşebilecektir.
Son söz şu olsun: ‘Ben’in ‘Öteki’ne düşman olması bir bakıma kendi hayaline düşman olması, Öteki’ni öldürmesi kendi hayalini öldürmesi, son kertede bütün insanlığı yok edecek olmasıdır.