Home iktibas Pınar Demircan Akkuyu NGS: Türkiye’nin aşil topuğu – Pınar Demircan

Akkuyu NGS: Türkiye’nin aşil topuğu – Pınar Demircan

0
Reklamlar

İsrail ve ABD’nin nükleer silah tehdidini araçsallaştırarak ’80lerden itibaren Ortadoğu’yu şekillendirdiği açıktır. Dolayısıyla Ukrayna ve Ortadoğu arasındaki çatışmanın karşı tarafındaki Rusya’nın Türkiye’deki Akkuyu NGS’nin sahibi oluşu ve AKP’nin özellikle iç politikayı konsolide ederken nükleer silah güzellemesi içeren popülist söylemleri düşünüldüğünde Akkuyu NGS’nin NATO’daki tek Müslüman üye olan Türkiye’nin aşil topuğu sayılabilecek kadar en savunmasız noktasını teşkil ettiği söylenebilir. Bu açıdan hedefe giden yolda Rusya ve Türkiye’yi çatışmaya çekmeyen uygun bir formül bulunması gerekecektir

Son 20 yıldır Türkiye’nin giderek daha çok entegre olduğu Ortadoğu coğrafyası Gazze’de katledilen insan sayısı 60 bine ulaşmışken, İsrail ile ABD’nin İran’a karşı başlattığı saldırılarla yüzlerce insanın daha yaşamını yitirip binlercesinin yaralandığı, kentlerin, yerleşim alanlarının yakılıp yıkıldığı bir diğer felakete sahne oldu. ABD tarafından gizli olduğu varsayılan nükleer programı ile gerekçelendirilen ve sonradan “12 Gün savaşları” olarak adlandırılan müdahaleler kapsamında İran’daki 4 nükleer tesisten üçü füzelerle vuruldu. Oysa bilindiği gibi İran 2015 yılında imzaladığı Kapsamlı Ortak Eylem Planı (JCPOA) üzerinden uranyum zenginleştirme faaliyetlerini sınırlandırmayı kabul etmiş, bu anlaşma ABD Başkanı tarafından kadük ilan edilmişti. Ateşkesin sağlanmasının ardından gerçekte savaşı tırmandırmış olan ABD Başkanı “Barış elçisi” ilan edilirken Türkiye açısından ilginç bir gelişme Akkuyu NGS’nin yer aldığı Mersin dahil toplam 22 ilin ABD vatandaşlarının seyahati için güvenli olmadığı ve buralardaki yurttaşların acil durumlara karşı kişisel tahliye planlarını yapmasının telkin edilmiş olmasıydı.

CUI BONO?

İsrail ve ABD’nin İran’a yönelik müdahalesinin gerçek nedenini anlamak için çözümlemeye Roma Hukukunda suçluyu tespit etmek için başvurulan Latince Cui bono deyimiyle ifade edildiği gibi sağlanan faydalara odaklanarak başlayalım. Bu noktada ilk dikkatimi çeken ABD başkanının asker üniformasını çıkartıp takım elbise giyebileceği çabuklukla 24-25 Haziran’da gerçekleştirileceği üç ay önceden belli olan NATO zirvesine katılması oldu. Müthiş bir medya propagandası eşliğinde adeta bir barış elçisi olarak “başarısını” dünyaya muştulayan ABD Başkanı bu sayede küresel asayişi sağlama misyonuna dayandırılan NATO’nun savunma harcamaları için üye devletlerin önceden ödedikleri miktarı en az iki katına çıkarıyordu. Böylece ekonomik darboğaz içindeki Türkiye dahil tüm NATO üyelerinin ülke GSMH’lerinin yüzde 5’ini ayırma önerisi hayata geçirilmesiyle gelecekteki savaşkan girişimlere finansman sağlamanın yanı sıra meşruiyet kazandırmanın da kapısı aralanmıştı. Nitekim ateşkesin beşinci gününde İsrail’in İran’a müdahalesinin öncesindeki koşullara dönülerek bir taraftan “terör” faaliyetleriyle iştigal ettiği gerekçesiyle İsrail tarafından Lübnan’a saldırı düzenleniyor, diğer taraftan kıtalararası balistik füze kullanma potansiyeli üzerinden Pakistan’ın nükleer tehdit unsuru olduğu konusu ABD tarafından yeniden ısıtılıyordu.

NÜKLEER GÜÇ KİME GÜÇ, KİME KOLAY?

İsrail’in ABD desteğini alarak İran’a karşı başlattığı savaş Ortadoğu’da jeopolitik tansiyonu yükseltirken müdahalenin İran’ın nükleer gücü ile gerekçelendirilmesi tarihsel olarak yeni değil. Bilindiği gibi İsrail’in tehdit olarak gördüğü devletlerin nükleer güce sahip olması konusundaki tutumunun ilk dışavurumu 1968 yılında imzaya açılan Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşmasına (NPT) taraf olan Irak’ın Osirak Nükleer Santralinin yakıt yüklenip operasyona başlatılmadan bombalanmasıdır. Irak-Fransız yapımı olan tesiste Fransa tarafına önceden bilgi verildiği için 1 Fransız sivilin, Irak tarafında ise 10 askerin yaşamını yitirdiği müdahale bu kadarla da kalmayarak Körfez Savaşı kapsamında ABD tarafından doğumsal anomali vakalarına, yıllar içinde DNA hasarına neden olan seyreltilmiş uranyum mermisinin kullanılmasıyla sürmüştür. Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın (UNEP) 2000 sonrasında yayımlanan raporuna göre, Körfez Savaşı boyunca 50 tonu tanklardan, 250 tonu ise uçaklardan ateşlenen seyreltilmiş uranyum mermisinin çoğu Amerika Birleşik Devletleri’ne küçük bir kısmı da Birleşik Krallık’a aittir. Yani NPT’ye taraf olmasına rağmen Irak’ın ticari nükleer santralin vurulurken nükleer silahlanma girişimini önleme şiarıyla hareket eden ABD’nin kendisi müdahale kapsamında nükleer madde kullanmış, ekosistemi zehirleyerek kanser ve türevleri dahil on yıllarca süren, nesilleri süründürerek öldüren sağlık sorunlarının fitilini ateşlemiştir.

Aynı İran gibi NPT’ye taraf olmasına rağmen Irak’ın ticari nükleer santraline daha operasyona geçmeden yapılan müdahaleler aslında NPT’nin geçerliliğine ABD ve İsrail gibi nükleer silaha sahip ülkelerin karar verdiği anlamına gelmektedir. Birleşik Krallık’ta Savunma Bakanlığı tarafından 23 Haziran 2025 yılında yayımlanan bir raporda Birleşik Krallık’ın sivil nükleer reaktörleri kullanan ilk ülke olarak savunma sektörü için nükleer tahrik ve silah kapasitelerinin önde gelen ev sahibi olduğundan bahsedilmesiyle nükleer santral-silah geçişliliğinin övünç kaynağı sayılması bu iddiayı destekler. Yani nükleer santral-silah geçişliliği emperyalist güçlerin hedeflerini gerçekleştirme yolunda müdahaleye zemin hazırlayan faktördür. Bu bağlamda 2019 yılında AKP’li Cumhurbaşkanının Akkuyu NGS inşaatı henüz başlamışken “Gelişmiş ülkeler arasında nükleer başlıklı füzesi olmayan yok” diyerek Türkiye’nin nükleer silahlara sahip olması için çalışmaların yürütüldüğünü açıklaması Türkiye NPT’ye taraf olsa da Batı ittifakı tarafından pek tabii ki sıradan bir popülist söylem olarak algılanmamıştır.

ŞANGHAY BEŞLİSİ, BRICS AĞI

Öte yandan ekonomik ve siyasi gerilimlerle iç politikada sıkıştıkça nükleer santral ve silahlar üzerinden güçlü devlet imajı çizerek savunma yatırımları üzerinden vergi toplayabilen AKP iktidarı 2024 yılında BRICS üyeliğine başvurmuştur. Bu girişimin ardından Türkiye’nin ikinci nükleer santral projesi konumundaki Sinop projesinin kâğıt üstündeki kapasitesini 2025 yılında 4,8 gigawatt olarak revize etmesi Sinop’ta Akkuyu NGS’nin ikizinin kurulmasına ilişkin adı konulmamış bir anlaşmanın emaresidir. Böylece Türkiye’de sahibi olduğu Akkuyu NGS üzerinden tarihsel ideali olan Akdeniz’e erişerek liman sahibi de olan Rusya bir taraftan jeopolitik önemi artan Akdeniz’deki kontrolünü karşı kıyıdaki Mısır’da kurduğu El-Dabaa Nükleer Santrali ile artırırken benzer bir projeyle Karadeniz’deki varlığını da güçlendirecektir. Bununla beraber Türkiye’nin NATO üyeliğinden ayrılmadan katılamayabileceği Şanghay Beşlisine üyelik başvurusuna paralel olarak İğneada’nın adres gösterildiği üçüncü bir nükleer santral projesi için 2016 yılında Çin ile yapılan Nükleer Anlaşma doğrultusunda görüşmelerin sürmesi de yakın gelecekte Türkiye’nin kolaylıkla tehdit görülebileceğine işarettir.

AKKUYU NGS TÜRKİYE’NİN AŞİL TOPUĞUDUR

İsrail ve ABD’nin nükleer silah tehdidini araçsallaştırarak ’80lerden itibaren Ortadoğu’yu şekillendirdiği açıktır. Dolayısıyla Ukrayna ve Ortadoğu arasındaki çatışmanın karşı tarafındaki Rusya’nın Türkiye’deki Akkuyu NGS’nin sahibi oluşu ve AKP’nin özellikle iç politikayı konsolide ederken nükleer silah güzellemesi içeren popülist söylemleri düşünüldüğünde Akkuyu NGS’nin NATO’daki tek Müslüman üye olan Türkiye’nin aşil topuğu sayılabilecek kadar en savunmasız noktasını teşkil ettiği söylenebilir.  Bu açıdan hedefe giden yolda Rusya ve Türkiye’yi çatışmaya çekmeyen uygun bir formül bulunması gerekecektir. Zira İran’da Buşehr Nükleer Santrali’nin vurulması ya Rusya’nın dünya kamuoyu nezdinde kışkırtılmasından çekinildiğini ya da arka planda Rusya ile anlaşıldığını düşündürmektedir.

Pentagon’un eski bir çalışanı olan Michael Rubins’in Middle East Forum’da bu sene mart ayında kaleme aldığı “Türkiye, nükleer bomba elde etmek için NATO’yu rehin mi alıyor?” başlıklı makalesinde İran’ın Buşehr Santrali’nden elde edilen maddelerle nükleer silahın başka yer ve koşullarda üretilebileceğini uzun uzun tartıştıktan sonra Akkuyu NGS’nin de nükleer silahlanma için kullanabileceğine işaret etmesi ateş olmayan yerden duman çıkmamasına benzetilebilir. Rubins’in yazısında İsrail’in Akkuyu NGS’yi vurmaktan caydırabilecek nedenin teknik bir zorluk olmayıp Türkiye’nin NATO üyeliği olduğunu belirtmesi de Türkiye’de siyasal iktidarın kendisini NATO’nun vazgeçilmez üyesi sanmasından bağımsız değildir. Bu noktada benim dikkatimi çeken bir husus da Rubins’in Akkuyu NGS’den bahsederken genellikle yerli yersiz bir şekilde tesisin deprem bölgesinde oluşuna yaptığı vurgudur. Ne dersiniz, NATO’daki ikinci büyük askeri güç olmanın yanı sıra başta İncirlik ve Kürecik olmak üzere NATO üsleriyle de kullanışlı konumdaki Türkiye’nin NATO üyeliğini kaybetmeden ve  derin ticari ağların merkezindeki küresel güç Rusya’yı kışkırtmadan reaktörlere henüz yakıt yüklenmemiş durumdaki Akkuyu NGS’ den kurtulmanın “doğal” bir yolu aranıyor olabilir mi?

No comments

Yorumunuzu ekleyinCevabı iptal et

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Exit mobile version