Home iktibas Hayri Kozanoğlu ABD-İsrail tekno emperyalizmi işbaşında – Hayri Kozanoğlu

ABD-İsrail tekno emperyalizmi işbaşında – Hayri Kozanoğlu

0
Reklamlar
ABD-İsrail ortak saldırısı, Ortadoğu’daki direniş hattını tamamen dağıtmayı hedefliyor. Savaş bahanesi nükleer değil bölgesel egemenlik stratejisinin son halkası devreye alındı. Suriye, Irak ve Lübnan’da etkisizleştirilen güçlerden sonra sıra İran’a geldi. İsrail’in hava sahası oyununa ABD’nin askeri teknolojisi ve siyasi koruması eşlik ediyor

İsrail’in ABD silahları, mühimmatı ve istihbarat desteğiyle başlattığı İran’a yönelik saldırısında, Trump’ın üç nükleer tesisi bombalama kararı vermesiyle tablo netleşti. ABD-İsrail tekno-emperyalizmi Ortadoğu’da tam bir egemenlik kurmak için İran’a tek taraflı bir savaş açmış durumda.

Bu harekatın uluslararası hukukta yeri yok. İsrail, Apartheid rejimi hüküm sürerken Güney Afrika’nın yardımıyla bir nükleer güç haline gelmiş durumda. Bunu saklamıyor, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) denetimlerini de kabul etmiyor. Buna karşın UAEA, batılı emperyalistlerin karar alma mekanizmalarındaki çoğunluğuna dayanarak, tarafsız bir BM kuruluşu olma niteliğini kaybetmiş görünüyor. Sürekli İran’ın uranyum zenginleştirme çabalarının askeri bir amaç taşıdığı kuşkusunu tekrarlayarak ikiyüzlülük sergiliyor. Üstelik ABD‘nin kendi istihbarat kuruluşları böyle bir belirti görememesine karşın.

İran’ın reddetmesine karşın nükleer faaliyetlerinin askeri bir amaç taşıdığı iddiası, Irak’ta Saddam Hüseyin’in kitle imha silahlarına sahip olduğu, Suriye’de Beşar Esad’ın muhaliflere karşı kimyasal silah kullandığı şeklinde yayılan, sonra gerçeği yansıtmadığı kanıtlanan iddialara benziyor.

İran sivil amaçlı veya askeri tüm nükleer faaliyetlerini durdursa kendisi için de daha hayırlı olabilir orası ayrı… Ancak nükleer araştırmalar iddiası, İsrail’in amacı değil, aslında bahanesi. Ortadoğu’da “Şii hilali” veya “direniş ekseni” diye nitelenen tüm unsurları etkisizleştirme stratejisinin son halkası burası. Lübnan’da Hizbullah’ı iyice güçsüzleştiren suikast ve saldırılardan sonra, Suriye rejimi de devrildi. Gazze’de Hamas bahanesiyle bir soykırım sürüyor. Irak’taki Şii güçler de dağınık durumda. Yeni konjonktürde İsrail, Suriye ve Irak’ın hava sahalarını tepe tepe kullanarak İran’ı bombalıyor.

HALKLAR SAVAŞ İSTEMİYOR

Aslında çatışma halindeki üç ülkenin halkı da savaş istemiyor. İsrail’de Netanyahu Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından mahkum edildi. Eğer bir seçim yapılsa hükümetten düşecek ve hem savaş suçlarından hem de yolsuzluklardan yargılanacak. Teyakkuz ortamında halkın gözünü boyayarak son kozlarını oynuyor.

ABD’de Trump, tekrar seçilirse savaşları bitireceğini, Irak işgalinin ülkeye 2 trilyon dolara mal olduğunu söyleyerek oy istemişti. 2016’da başlayan ilk döneminde Tahran’la müzakereleri tek taraflı olarak sona erdirmişti. Ama bu adımı kamuoyuna yansıdığı gibi keyfi bir şekilde değil, İsrail lobisinin ve İran’ın burnunun daha fazla sürtülmesini izleyen Körfez Monarşilerinin telkinleriyle atmıştı. Böylelikle ekonomik yaptırımların gevşetilmesi umudunu yitiren İran tekrar nükleer faaliyetlere yönelmişti.

İran savaşına katılması Trump’ın etrafındaki iktidar blokunda da derin bir yarılmaya neden oldu. Kayıtsız şartsız İsrail yanlısı, Tel Aviv öncülüğünde Ortadoğu’da kesin bir egemenlik arzulayan neoconlar son gelişmelerden hoşnut. Buna karşın Trump’ın asıl tabanını oluşturan MAGA cephesi durumdan son derece rahatsız. Sakın bu kesimi barışçı zannetmeyin! Onlar küresel hegemonya savaşında asıl rakibin Çin olduğunu, başka coğrafyalarda fazla enerji kaybetmeden Asya-Pasifik havzasına yoğunlaşmak, Pekin’e çullanmak gerektiğini düşünerek pozisyon alıyorlar.

Bilindiği gibi Trump başta İran’a yönelik bir askeri harekata karşı olduğunu anlatırken, İsrail saldırısı sonrası operasyonu çok başarılı bulduğunu söyleyerek, desteğini ifade etti. Zaten İsrail planlarından haberdardı da İran’ı yanıltmak için yalan mı söyledi, yoksa süper egosu kendinden habersiz bir girişimi kabullenemediği için mi ağız değiştirdi bilemiyoruz. Aynı durum İran’da olası bir “rejim değişikliği” tartışması için de geçerli. Daha iki gün önce, rejim değişikliği gibi bir amaç gütmediklerini beyan ederken, şimdi bunun gereğine parmak basıyor. İster istemez insanın aklına, önce fazla açık etmeden emlak simsarı mantığıyla Körfez ülkeleriyle ballı anlaşmalar imzaladı, sonra Netanyahu’ya desteğini artırdı düşüncesi dahi geliyor.

Trump baştan beri, askeri müdahalelere o ülkeye “insan hakları, demokrasi, özgürlükler” getirme vaatleriyle gerekçe bulan, daha çok Biden benzerleriyle özdeşleşen “liberal enternasyonalist” zihniyete karşı çıkıyor, jeopolitiğin ideolojiden arındırılarak tamamen güç ve pazarlık temelinde bir dünyayı savunuyordu. Şimdi yön değiştirmesini yardımcısı JD Vance “25 yıldır ülkeyi aptal başkanların yönetmesi, onun için dış politikada hüsranlar yaşanmasıyla” açıklıyor.

Özetle, Trump’ın tüm zigzaglarına, Netanyahu’nun kendi kamuoyunda bile tepki gören vahşetine karşın, bu savaşın özü, ABD-İsrail askeri varlığının bütünleşmesi, teknolojilerinin özdeşleşmesi, kolektif bir emperyalist gücü temsil etmeleridir. Yarın Netanyahu gitse, Trump müzakereler sonucu yaptırımları gevşetse de bu gerçek kolay değişmez. Hürmüz Boğazı’nı, Hazar Deniz’ini ,Avrasya Havzası’nı kontrol altında bulundurma ihtirası sona ermez.

ULUSLARARASI ALANDA SESSİZLİK EGEMEN

ABD’nin askeri harekatı İran Dışişleri Bakanı Arakçı, Cenevre’de Birleşik Krallık, Almanya ve Fransa’dan mevkidaşlarıyla pazarlık halindeyken başladı. Avrupalı güçler, kendi iradelerini hiçe sayan bu saldırganlığa bile ses çıkarmadılar. Sanki çatışmayı başlatan, uzlaşmaya yanaşmayan İsrail değilmiş gibi tarafları tansiyonu düşürmeye, diplomasiye şans vermeye çağırdılar. ABD’nin Irak işgaline Almanya ve Fransa’nın karşı çıkması, zaman içinde kaygılarında ne denli haklı olduklarının anlaşılması gibi örneği dahi unutmuş göründüler.

Çin ise bu süreçte düşük bir profil vermeyi yeğledi. Sanki ABD’nin askeri gücünü Ortadoğu’ya yığmasından hoşnut izlenimi verdi. İran’a yönelik saldırının Amerikan kamuoyunda şiddetli tepki görmesi sayesinde, kendilerine karşı da bir yumuşama umdukları tahmin edilebilir. Savaş ortamının özellikle enerji fiyatları üzerinden enflasyonu tetiklemesi sonrası, Trump’ın gümrük vergileri konusunda sert tutumunu sürdüremeyeceğini hesapladıkları da düşünülebilir.

İran rejimine gelince, zaten dini taassuba dayanan, baskıcı bir niteliğe sahip, ruhban sınıfının Devrim Muhafızları örgütlenmesiyle, ekonomideki kumanda merkezlerini de elinde tuttuğu gayet verimsiz ikili bir devlet yapısına dayanıyor. Yaptırımların belirleyici etkisi göz ardı edilemese de, kendi iç dinamiklerini de harekete geçiremeyen, ortalama yurttaşına refah sunamayan bir ekonomik modele sahip. Ne var ki kendi halkının iradesiyle rejimin değişmesinin de bu saldırılar sonucu ötelenme olasılığı çok yüksek. İran’ın tüm kısıtlılıklara karşın, İsrail karşısında askeri anlamda ezilmemesinin de sade insanın gururunu okşadığı, bir birlik beraberlik duygusu yarattığı düşünülebilir.

İKTİDARIN KİŞİLİKSİZ TUTUMU

Türkiye’ye gelince, İsrail saldırganlığı karşısında iktidarın tavrı diplomasiye şans verilmesi talebinden, Netanyahu’nun kınanmasından öteye gitmedi. Avrupa’nın kişiliksiz tutumundan bir farklılık gösteremedi. Erdoğan’ın “üst kimliğimiz Müslümanlıktır” sözünün; İran’la, Filistin’le somut bir karşılığını bulacak bir dayanışmayı sağlamaya dönük değil, kendi iktidarının devamı için Kürtlerin sempatisini kazanmaya yönelik bir mesaj olduğu açığa çıktı. İktidar çevreleri İncirlik ve Kürecik üslerinin değil kapatılması, bu süreçte kullanılmamasına yönelik taleplere bile kulaklarını tıkadılar. Hamasi konuşmaların ötesinde bir adım atmadılar.

Bu süreçte pompalanan “Şimdi sıra Türkiye’de” söylemi de muhalif, seküler kesimde bile karşılık buldu. Halbuki Türkiye, İsrail’in önünü açan, bölgedeki mıntıka temizliğinde başta Suriye’de Esat rejiminin yıkılmasındaki rolü, Netanyahu’ya paha biçilmez hizmetler sunmuştu. İktidarın mezhebi niteliği, “Şii hilalinin” tüm bileşenlerine karşı zaten fıtrattan uzak durmayı getiriyordu. Üstüne üstlük Erdoğan hep Trump’la dostluğuyla iftihar ediyor, toplumsal muhalefete yönelik anti demokratik baskılarına Washington’un ses çıkarmayacağı imasında bulunuyor. Ayrıca NATO’nun üyeliği, özellikle malum 5.nci Madde de Türkiye’ye yönelik bir saldırıda mutlak koruma öngörüyor. Zaten biliyoruz ki, milyonlarca göçmen ve mülteci Avrupa ile pazarlıklarında Erdoğan’a önemli bir kaldıraç sağlıyor.

Özetle, iktidarın tehdit algısını yayarak, “iç cepheyi” tahkim etme, toplumsal muhalefeti bölerek zayıflatma, planlarına karşı çıkanları cezalandırma, sindirme gibi planları bulunduğu açıkça görülüyor. Bu bahaneyle silahlanma harcamalarını artırmak, asgari ücrete ara zam başta gelmek üzere ekonomik ve sosyal hak taleplerini susturmak gibi amaçları bulunduğu da seziliyor.

EMPERYALİZMİ TEŞHİR GÖREVİMİZ

Bizler açısından, açık askeri müdahaleler emperyalizmin gerçek yüzünü teşhir etmeyi kolaylaştırıyor. Sürekli barıştan yana tutumumuzu tekrarlamak, gelişkin bir teknolojik güce, kahredici bir modern bir orduya sahip olduğu için egemen bir ülkeye doğrudan saldıran İsrail’i, muhatabının bir molla rejimi olmasından hareketle hoş gören zihniyeti, hele bunun sol versiyonlarını ideolojik anlamda mahkum etme sorumluluğumuz bulunuyor. Ayrıca ”Ortadoğu bataklığı” klişesini reddedip, bölge ülkelerinin demokratik, eşitlikçi yönetimlere sahip olmaları için taraf olmak gerekiyor.

Toplumsal muhalefeti, milli birlik beraberlik hamasetiyle boğmayı, hukuksuzluğu “hassas zamanlar” gerekçesiyle yaygınlaştırmayı amaçlayan Cumhur İttifakı karşısında yılmamak, anti-emperyalist mücadeleyle, demokrasi-hukuk-adalet kavgasını iç içe vermek de büyük önem taşıyor.

No comments

Yorumunuzu ekleyinCevabı iptal et

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Exit mobile version