Çeviren: Yusuf Tuna KOÇ

Bazı zamanlar söylendiği gibi, insanlar seçme kapasiteleriyle tanımlanır. Sadece içgüdülerimizle hareket etmeyiz; ne yapacağımızı ve nasıl yapacağımızı seçeriz. İnsan olmanın anlamı bir ölçüde de budur.
Etkisi bugün bile süren aydınlanmacı Alman filozof Immanuel Kant, bir zamanların tartışmalı bu doktrinini bir aklıselime dönüştürmeye çalışanlardandı. Kant’a göre insan yaşamı bir tercihler dizisiydi. Ne yapacağımıza karar vermek bizim imtihanımızdı. Hatta, Adem, Havva ve yasak elma hikayesi geleneksel olarak kötülüğün dünyamıza girişi olarak okunsa da Kant bu hikayeyi kendi tercihlerini seçebilen canlılara dönüşümümüz olarak yeniden yorumlar:
“Doğal içgüdülerimizi arkada bırakışımızın ilk vesilesi önemsiz gözükebilir. Ancak bu insanın kendi aklının, tüm hayvanları mahkûm eden sınırların ötesine uzanabilecek bir güce sahip olduğunun ilk farkına varışıdır… Aklın insan doğasının sesini susturması, özgür irade için ilk adım olarak önemli bir andır. Kendisinde bir yaşam biçimi seçebilme gücünü, hayvanlar gibi tek bir biçimin alternatifsizliğine mecbur olmadığını keşfetmiştir. Boşluğun kenarında ayağa kalkmıştır.”
Bu paragraf, tercihin evrende çok erken bir tarihte ortaya çıktığını ve o günden bu yana pek değişmediğini ima eder. Ancak Sophia Rosenfeld’in yeni çıkan mükemmel kitabı “The Age of Choice: A History of Freedom in Modern Life” bizi bu naif fikre karşı uyarıyor. Alışveriş, flört, oy verme gibi eylemlerin tarihini sorgulayarak, tercihin ilk halinden bugünkü biçimine kadarki gelişimine dair can alıcı bir anlatım sunuyor. Rosenfeld’in gösterdiği üzere tercih zaman içinde evrilmiştir. Ve eğer Kant bunun insan yaşamı için merkezi önemi konusunda haklıysa, biz de değişmiş olmalıyız.
Bugünün tercih kavramının kendisine dair yaklaşım geçmişe göre çok daha ikircikli. Sınırlandırılmamış tercihi mutlak iyilik olarak görmeye eğilimli serbest piyasa ideolojisi neoliberalizm, şimdi toplumun kaba tüketiciliğinin, ürpertici karamsarlığının ve genel bir anlam kaybının sebebi olmakla suçlanıyor. Bizim gibi solda olanlar bu şikâyetlere sempatiyle baksa da liberal-sosyalist kurunun yanında neoliberal yaşı da yakma hevesinde olan bizim gibi soldan insanlar için bu kitap, derinlemesine bir düşünme imkanı sunuyor.
Ancak, sınırlandırılmamış bir piyasanın toplum üzerindeki sonuçlarından endişe duyan bizler, tercihin modern dönemde insanlığın gelişimi değil bireysel benmerkezciliği yüreklendiren bir biçim haline gelişini anlatan bu dört yüz sayfalık eserden faydalanabilir. Gördüğüm kadarıyla bu dönüşüm yüzünden kaybedilen, başka insanların perspektiflerini, değerlerini ve iyiliklerini de dikkate alan bir tercih biçimi. Kaybı acı bir tercih biçimi. Sol neoliberalizme ve toplumu bölen etkilerine dair mutsuzluğa odaklanan sol açısından, diriltmemiz gereken bir düşünme biçimi.
DÜŞENE KADAR ALIŞVERİŞ
Kitaptaki ilk ve doğrudan meseleye dalan konuya odaklanalım: Alışveriş. Alışveriş yapmak, seçimi kendi içinde bir amaca dönüştüren bir faaliyet. Eskiden insanlar bir mağazaya gidip özellikle ihtiyaç duydukları spesifik ürünü ararlardı, ardından da dükkan sahibinin yardımıyla bir tercih yaparlardı. Alışveriş kültürünün ortaya çıkmasıyla insanlar hangi satıcıdan ne alacaklarını planlamadan mağazalara girmeye başladılar, tercih eylemini (ya da en azından belli tercihler yapma fikrini) tercih etmek için yapmaya başladık. Ancak şimdi bu eylem sosyal olmayan bir aşırılığa dönüştü: genelde yalnız başımıza, internette ne bir satıcıyla iletişim kurmadan alışveriş yapıyoruz.
Rosenfeld zaman içindeki bu değişimi, alışveriş bağlamındaki çeşitli yeniliklerin piyasa faaliyetinin doğasını nasıl dönüştürdüğüne dikkat çekerek belgeliyor. Örneğin bir ürün için sabit fiyat fenomeni, 19. yüzyıl sonlarında spesifik bir anda ortaya çıktı ve “bir nesnenin diğerine göre neden daha arzu edilebildiğine karar verecek birçok değişkenin yardımcı olduğu tercih etme eylemi gibi birçok kişisel boyutu ortadan kaldırdığı için” ciddi bir itirazla karşılaştı.
Her ne kadar alışverişin kişisel boyutuna dair endişe bugün biraz ilginç görünse de modern çağın birçok siyasi düşünürünün kaygılarıyla uyuşuyor. Örneğin, Adam Smith “Milletlerin Zenginliği’nde” serbest piyasa savunmasını piyasanın bireylerin denk koşullarda karşılıklı fayda sağlayacak anlaşmalar yapacağı bir mekân olarak tahayyül etmişti. Bu da diğer insanın ihtiyaçlarının düşünülmesini, çıkarlarının karşılanmasını ve saygıya ve önem vermeye dayalı bir ilişki geliştirilebilmesi için tatmin edilebilmesini gerektirir. Piyasa tercihlerinin ortaya çıkacağı koşullar bunlardı ve eşitlik, empati ve sosyallik hedefleyeceği bekleniyordu, hatta siyaset felsefecisi Elizabeth Anderson’a göre kapitalizmin desteklenmesi bu yüzden en başta sol bir yaklaşım olarak düşünülmüştü.
Geçen 250 yılda, piyasa bağlamı tanınmayacak kadar çok değişti. Tüccarlar tanımadıkları ve kendilerini tanımayan müşterilerine satış yaparken, satıcılar tüketicilerin ihtiyaçlarına hatta satın alınan şeye yönelik isteklerine dahi duyarsız durumdalar. Müşteri tatmini bir ortaklık duygusundan çok “marka sadakati” üretiyor. Satıcılar ve tüketiciler piyasa etkileşimlerine ancak bireyselci ve benmerkezci bir biçimde giriyorlar.
ROMANTİZMİN EVRİMİ
Rosenfeld’e göre 19. yüzyıl baloları, romantik partnerlerle alakalı hale gelen tercihin tarihinde önemli bir eşiği oluşturuyor. Flörtleşme tarihsel olarak aile ve arkadaş çevresinin yönlendirmesinde son derece koreografik süreçler içerisinde gelişir. Ancak balolarda erkekler kadınlara yaklaşıp dans kartlarında bir yer istediklerinde, genç ve romantizme meyilli insanlar için yeni bir dünyanın kapısını açtılar.
Dans kartları… Bizi her iki cinsiyet için de birden fazla seçenek sunan yeni fırsat ve vesilelerle dolu bir dünyaya davet eder. Avrupa’da ve Amerika kıtalarında 19. yüzyılda farklı sınıflardan insanlar yalnızca giderek daha özel mekanlar ve imkanlarla karşılaşmadılar, yüzyıl ilerledikçe seçenekler menüsünün prensibi, hayatın birçok alanını giderek daha az homojenleştiren bir merkezi örgütlenme şemasını güçlendirdi.
Bu seçenek patlamasının birçok açıdan özgürleştirici bir etkisi olduğuna şüphe yok. Ancak birçok Jane Austen okurunun bileceği gibi, Victorian çağı flörtleşmesi müdahalesiz bir ekonomi değildi. Resmi kurallar ve gayri resmi gelenekler karşı cinsle ilişkinin tüm yönlerini denetlemeye başladı; balo öncesi, balo zamanı, balo sonrası… Kadın davranışı her eşikte dikkatle irdelendi.
İlişkinin Bronte kardeşlerden Tinder çağına kadarki evrimini izlediğimizde, romantik özgürleşmeye yönelik istikrarlı bir ilerleme kanısına varmak çok mümkün, flört uygulamaları aile üyeleri ve işgüzar komşuların müdahalesini süreçten çıkardılar (ancak bu uygulamalara yönelik tatminsizlik de giderek daha fazla artıyor). Ancak Rosenfeld kitap boyunca giderek özgürleşen tercihin tarihini niteliksiz bir ilerleme hikayesi olarak okumaya karşı uyarıyor. Her ne kadar 21. yüzyıl flörtleşmesinden kısaca bahsetse de mevcut romantik çevremiz bahsettiği sürecin doğal varış noktası. Neoliberal çağımızda flörtleşme bir tüketici tercihi olarak karakterize edilirken, ilişkide değerli bulduğumuz birçok şeyden soyutlanarak, katılımcıların aşk hayatlarında bile bir piyasa mantığına uyum sağlamaya yönlendirildiği bir hale geldi.
Neticede akıllı telefonla flörtleşmek, kendinizi piyasaya çıkartıp ürün gibi pazarlamanızı gerektiriyor, biyografi yazmak ve fotoğraf seçmek konusunda giderek fazlalaşan rehberler, insana flört tavsiyesinden çok işletme bölümlerindeki şirket pazarlama stratejilerini hatırlatıyor. Başkalarının profillerini tarayıp dikkatinizi çekecek bir seçenek aramak, online yemek sipariş menülerinde gezmeye benziyor. Sonunda bir randevu ayarlandığında ve bu randevu gerçekleştiğinde, birçok insan eşleştiği kişiye karşı piyasalaşmış bir mantaliteyle yaklaşıyor, bu seçimin en uygunu olup olmadığına, masada daha iyi seçenekler kalıp kalmadığına ve tutku, seks, evlilik ya da ne aranıyorsa bunu daha etkili nasıl bulabileceklerine kafa yoruyorlar.
DAHA İYİ TERCİHLER YAPMAK
İster süpermarkette olalım ister flört uygulamasında isterse de seçim sandığı başında, neoliberal çağda eğilim bireyi başkalarının perspektiflerinden ve çıkarlarından perdelemek üzerine bir tercih kavramsallaşması üzerine. Ticaretin diğer tarafındaki insan tarafından iyi olup olmadığımız sorulmadan ya da sormadan ürünler alıp satıyoruz. Romantik partnerlerimizi menüden seçer gibi, kullanıcılarının iyiliğini önemsemeyen kar maksimizasyonu odaklı algoritmalardan seçiyoruz. Atomize olmuş seçmenler olarak istediğimizi alabilme umuduyla, birlikte ortak bir iyilik yolunda başkalarının siyaseten durdukları yeri tahayyül etmeden seçimler yapıyoruz.
Geçtiğimiz birkaç on yılda benmerkezci, piyasalaşmış bir tercih kavramının giderek daha fazla baskınlaştığını, giderek daha fazla Amerika’yı mutsuz ettiğini gözlemliyoruz. İnsan yaşamı için tercihin merkeziliğini düşündüğümüzde, bu kavrama dair daha kolektif ve sosyalleşmeyi gücendiren bir düşünme biçimi bulmamız çağımızın sayısız krizine işaret etmek için faydalı olabilir.