tüm yazılar:

Kıbrıs, iğneli fıçı – Engin Solakoğlu

Orjinal yazının kaynağıbirgun.net

Engin Solakoğlu – Uluslararası İlişkiler Uzmanı

AKP şu anda, içeride giderek eriyen destek ve meşruiyetini, olabildiğince dışarıda yapacağı hamlelerle telafi etme, iktidarının “faydasını” o merkezlere ispat etme çabasında. AB ile yakınlaşma gayretinin sualtındaki kısmında Kıbrıs’ta mart ayı başında başlatılan yeni “müzakere” süreci bulunuyor

Türkiye’nin kendi sorunlarının yoğunluğundan, 60 km güneyimizdeki Kıbrıs’ı doğru düzgün tartışamıyoruz.

Tartıştığımızda ise “sattılar, hainler, ihanet, Rumcu bunlar”ın ötesine geçmiyor tartışmanın seviyesizliği. Satmak deyince akla ilk gelmesi gereken şu: 1878’de şimdi birilerinin “ulu hakan” diye pazarlamaya çalıştığı II. Abdülhamid tarafından Büyük Britanya’ya kiralanması Kıbrıs Adası’nı resmen olmasa dahi fiilen bizden ayırıyor. Sultan tahtını korumak için Kıbrıs’ı satmıyor ama kiralıyor. Demek ki Kıbrıs’a kupon arsa veya kelepir tarla muamelesi yapma âdetimizin kökü derinde.

AKP’nin dış politikanın hemen her başlığındaki kaygısı birbiriyle de bağlantılı iki soruya indirgenebilir. 1) Buradan ne kadar para gelir? 2) İktidarımı ilanihaye sürdürmeme faydası olur mu? Kıbrıs da istisna teşkil etmiyor. Yalnız AKP’nin Kıbrıs’taki günah listesini sayıp dökmeden önce Kıbrıs meselesinin hukuki ve siyasi arka planına değinmek zorunlu. Bunlar bilinmeyince ortaya saçma sapan görüşler saçılıyor ve mesele daha da karışıyor.

Somut olgulardan başlayalım. 1960’ta soğuk savaş koşullarında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti birçok bakımdan “sui generis” bir devlet. Bir kere egemenliği sınırlı çünkü garantörleri var: B. Britanya, Türkiye ve Yunanistan. İkincisi isminde yok ama aslında işlevsel açıdan Federasyon niteliği taşıyor. İki halkın özerk hareket alanları, yetkileri var. Bu kısmı uzatmayalım ama burada çok önemli bir nokta var Türkiye’de sürekli olarak gözden kaçırılan. Garantörler, şu veya bu toplumun garantörü değiller. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin varlığını sürdürmesini garanti ediyorlar. Daha açık bir deyişle Yunanistan Kıbrıs Rumlarının, Türkiye Kıbrıs Türklerinin garantörü filan değil. Aksini iddia eden bir siyasetçiye ya da yorumcuya rastlarsanız konuyu bilmediğinden ya da yalan söylediğinden emin olabilirsiniz.

İkinci somut olgu 1964 yılına dair. 1963 yılının sonunda yaşanan “Kanlı Noel” denilen olayların ardından BM Güvenlik Konseyi adaya barış gücü gönderilmesini öngören bir karar alıyor. Bu 186 sayılı kararın önemi, şiddet olayları yüzünden Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yönetiminden çekilmek zorunda kalan Kıbrıslı Türklerin devletin fiilen ortadan kalktığını savunmalarına rağmen, artık sadece Rum unsurun hâkim olduğu hükümeti Ada’nın tek meşru hükümeti olarak ilan etmesi. Türkiye ise “daha fazla kan dökülmemesi” uğruna bu kararı kabul ediyor. Uluslararası hukuk bakımından zurnanın “zırt” dediği yer burası.

O zamandan beri Kıbrıs konusunda alınan bütün BMGK kararları bu 186’ya ya da 186’nın hatırlatıldığı kararlara atıf yapıyor. BM’ye üye olan 200’e yakın ülke içerisinden yaklaşık 180’inin bizim GKRY kısaltmasıyla andığımız Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tek meşru hükümet olarak tanımasının dayanağı da bu.

Buradan üçüncü olguya gelelim. Türkiye’nin 1974 yılında yaptığı askerî harekâtın ilk aşaması, 15 Temmuz’da Kıbrıs Cumhuriyeti hükümetine karşı yapılan bir faşist darbeyi engelleme gerekçesine dayanıyor. Türkiye bu hakkı yukarıda anlattığımız garantörlük sıfatından alıyor. Büyük olasılıkla o yüzden, Sovyetler Birliği başta olmak üzere bir çok ülke 20 Temmuz harekâtına karşı çıkmıyorlar. Uluslararası hukuk bakımından kolaylıkla savunulabilecek bir pozisyon. Nitekim darbe Türkiye’nin müdahalesinin de etkisiyle başarısızlığa uğruyor ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nde “meşru hükümet” yeniden işbaşına dönüyor. O noktadan itibaren Türkiye’nin hukuki pozisyonu boşlukta. Oysa ortada adanın her yerine serpiştirilmiş Kıbrıs Türklerinin can güvenliği, adaya çıkan birliklerin durumu gibi ciddi sorunlar var ve ikinci harekât bu gerekçeyle yapılıyor. Haklılığını sabaha kadar savunmak mümkün ama Türkiye artık “garantörlük” yetkisini aşmış bulunuyor.

Dördüncü olgu ise Kıbrıs’a ilişkin BMGK kararlarının içeriğine ve Türkiye’yi işgalci olarak tanımlayıp tanımladığına dair. Az bilip çok konuşan siyaset erbabının iddiasının aksine hiçbir kararda Türkiye doğrudan yani ismi verilerek “işgalci” olarak tanımlanmıyor.

Beşinci olgu ise “ihanete uğradığı” söylenen KKTC’nin niteliğiyle ilgili. 1976’da KTFD (Kıbrıs Türk Federe Devleti) 1983’te ise KKTC ilan ediliyor. KKTC’yi ilk ve tek tanıyan devlet Türkiye. O dönemde birkaç “dost ve kardeş” ülkenin dönüp Ankara’ya “biz de tanıyalım mı?” diye sordukları, Ankara’nın ise “sizlik bir şey yok kardeşim, zahmet etmeyin” yollu yanıtlar verdiği biliniyor. Bu ilk bakışta garip görünen durumun açıklaması ise KKTC’nin kurucu metinlerinde mevcut. KKTC “Kıbrıs’ta adil ve kalıcı bir çözüm teşkil edecek yeni bir ortaklığın yeniden tesisi” hedefine bağlılığın bir göstergesi. Yani aslında bir müzakere pozisyonu. Bu yüzden de, Türkiye AKP öncesinde de, iktidarında da “tanıma” yönünde hiçbir gayret göstermiyor.

Bu tarihsel ve hukuki ayrıntılar bir Pazar yazısında çekilecek gibi değil belki ama bunlar bilinmediğinde geçen hafta yaşadığımız türden bir kakafoni kaçınılmaz hale geliyor.

Güncele gelelim. Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’ın GKRY’ye Büyükelçi atamalarını “satıldılar, kardeşlerine ihanet ettiler” sloganlarıyla yorumlamak hamaset ile cehaletin karışımından başka bir şey değil. Bir kere bu ülkelerin GKRY’yi tanımaları ortalama 30 yıl önce gerçekleşmiş, Özellikle Kazakistan’ın uzun yıllardır GKRY ile ticari ilişkileri var. Bu arada AB’den alacağı paraya tamah etti denilen Kazakistan’ın kişi başı ulusal geliri 30 bin ABD dolarının üstünde. Aynı Kazakistan Batı, Rusya ve Çin arasında son derece dengeli siyaset yürüten, doğal kaynak zengini bir ülke. Elbette sermayenin yönettiği her ülkede olduğu gibi o zenginlik patronları semirtiyor.

Bu arada Türk Devletleri Teşkilatı’nın tüzüğünde “üyeler dış politika konularında tam bir uyum içinde davranırlar” tarzında bir ibare yok. TDT dünyadaki bir çok benzeri gibi ortak bir dili paylaşan ülkelerin bir araya geldikleri bir işbirliği platformu. Yoksa kimilerinin pazarlamaya çalıştığı gibi Yeni bir Türk Cihan İmparatorluğu denemesi, Turan start-up’ı filan değil.

KIBRIS’A İHANET EDENLER

Şimdi son meseleye, AKP’nin TDT bünyesinde “milli dava”yı savunmakta başarısız olduğu eleştirisine bakalım. AKP’nin böyle bir siyaseti olduğunu varsayarsak bir başarısızlıktan söz edebiliriz. Yalnız o varsayım yanlış olunca eleştirimiz de anlamsızlaşır. AKP şu anda, içeride giderek eriyen destek ve meşruiyetini, olabildiğince dışarıda yapacağı hamlelerle telafi etme, iktidarının “faydasını” o merkezlere ispat etme çabasında. AB ile yakınlaşma gayretinin sualtındaki kısmında Kıbrıs’ta mart ayı başında başlatılan yeni “müzakere” süreci bulunuyor. Hal böyleyken kendi büyük oyununda bir pazarlık kozundan öte görmediği KKTC’nin tanıtılmasını neden dert etsin?

Kuzey Kıbrıs, çok uzun zamandır her türlü suçun bölgesel merkezi haline gelmiş durumda. Bunu AKP başlatmadı. Ancak AKP iktidarında bu süreç hızlandı ve dayanılmaz bir noktaya geldi. Falyalı olayı bunun feriştah noktası oldu. Uyuşturucu, fuhuş, kumar, yasadışı bahis ve insan kaçakçılığının merkezi haline gelmiş bir yapı önümüzde duruyor. Kendi yöneticilerini seçme hakkı dahi ellerinden alınan Kıbrıslı Türkler yıllardır çok söylediler ama kulak asan olmadı. İhanet ve satış arayan önce buraya baksın. Bir de AKP’nin 150 yıldır kimlik mücadelesi veren Kıbrıs Türküne de giydirmeye çalıştığı deli gömleğine ses çıkartsın. Ne yazık ki, Türkiye’de Kıbrıs’a “milli dava” diyen rütbeli rütbesiz yorumcu ve siyasetçiler de adaya stratejik önemi olan boş bir toprak parçası gözüyle bakıyorlar.

Özetle, hamasetle peynir gemisi yürümez ve Kıbrıs Türküne kulak vermeyen hiçbir eleştirinin geçerliliği yoktur. Mesele bu kadar basittir.

Yeniçağ'da yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar Yeniçağ Gazetesinin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.

Son Yazılar

spot_img

Son eklenenler

spot_img