diğer yazılar:

Kaosta ‘hegemonya’ arayışı – Haluk Yurtsever

392 Takipçiler
Takip Et
Orjinal yazının kaynağıgazeteduvar.com.tr
Avrupa’da ekonomik durum kötü; işsizler ordusu büyüyor; enflasyon, özellikle gıda fiyatları artıyor; sağlık, eğitim hizmetleri geriliyor; kâr oranları düşüyor; toplumsal norm ve değerler aşınıyor. Sistemik bir tıkanıklık söz konusu. Ekonomiyi canlandırmak, kârları artırmak, “sosyal harcama”lardan kurtulmak için, “yaratıcı yıkım” için bir kez daha silahlanmaya ve savaşa başvuracakları anlaşılıyor

Trump’ın resmen göreve başlamasından bu yana geçen yedi haftada yaşananlar, kabaca 35 yıldır sürmekte olan ara dönemin sonuna gelindiğini, kaotik bir evreye büyük bir hızla girildiğini gösteriyor. Kapitalizmin iki geleneksel anayurdu Avrupa ve ABD’de kurulu düzenlerin temel taşları yerinden oynamış; devletlerarası hukuk, uluslararası kurum ve normlar işlevsizleşmiş; Batı-Doğu, Atlantik-Avrasya eksenli bloklaşmalar katılıklarını yitirmeye, çözülmeye yüz tutmuş; ABD, AB, Çin ve Rusya’nın birbirleriyle ve dünyanın geri kalanı ile ilişkilerinde eksenler yer değiştirmeye başlamıştır.

Tüm bu belirtilerin kaynağında, teorik, tarihsel, ekolojik sınırlarına dayanmış kapitalist dünya sisteminin derin çıkmazı, yapısal tıkanıklığı var.

Yeni bir dünya düzeni için, tekil ya da çoğul, oydaşmayla ya da zorla tüm dünyaya sözünü geçirecek kurucu önderlik ve irade gerekiyor. Payın güce göre dağıtıldığı rekabet içindeki kapitalist devletler, bu mayaları nedeniyle oydaşma ve barışçıl çözüm üretemiyor; ekonomik/askeri güç kullanarak tersinden çözümü zorluyorlar.

Geçen yazımda açmaya çalıştığım organik/bütünleşik tek dünya pazarı koşulları ve bugünkü küresel güç ilişkileri, düzen kurucu iradenin geçen yüzyılda İngiltere ve ABD örneklerinde yaşandığı türden iki büyük güç arasındaki nöbet değişikliğiyle oluşmasına izin vermiyor. Organik dünya pazarı, hegemonya ilişkilerini de domine ediyor.

Maddi zemindeki köklü değişiklikler, üstün gücü tanımlamak için kullanageldiğimiz hegemonya kavramını geleneksel anlamından uzaklaştırıyor. Belki de, bugünkü ilişkileri anlamak ve tanımlamak için yeni kavramlar üretmek gerekecek.(1)

Hegemonya, eski Yunancadan, “otorite”, “lider” anlamındaki ‘hegemonia’ sözcüğünden geliyor. Antik Yunanda, ötekiler tarafından otoritesine meydan okunamayan site devleti anlamında kullanılıyor.

Hegemonya, egemenlik, diktatörlük ve imparatorluktan farklı bir ilişkiyi anlattığı için ayrı bir kavram olarak var oldu; veri alınan sisteme, birime, birliğe, kümeye, tarihsel dönemin maddi ilişkilerine göre farklı anlamlar kazandı. Örneğin, Lenin ve Gramsci’de hegemonya kavramı devrim ve sosyalizm mücadelesinde sınıfsal bağlaşıklar ya da “devrimci tarihsel blok” üzerinde yalnızca güce değil, rıza ve onaya da dayanan ideolojik-siyasal üstün etkileme gücünü, önderliği anlatıyordu.

1917’den 2020’lere kadar olan 103 yıllık uzun yüzyılda hegemonya tam da Lenin ve Gramsci’nin kavramlaştırmalarını dünya bağlamında çağrıştırır biçimde, komünist/sovyetik ortak düşmana karşı bir araya gelen kapitalist devletler blokundaki üstün, önder, iradesine meydan okunmayan gücü anlatan bir kavram olarak, “Amerikan hegemonyası” olarak yerleşti. ABD bu konuma ekonomik, ideolojik-siyasal ve askeri alanlardaki üstünlüğüyle erişti.

1991’de Sovyetler Birliği’nin çözülmesi, 2000’lerde Çin Halk Cumhuriyeti’nin dünya kapitalist sistemine eklemlenmesi, bilişim teknoloji alanındaki gelişmeler bu dönemin sonunu getiren önemli dönüşüm uğrakları oldular. 2009’daki “Kriz ve Hegemonya” başlıklı yazımda(2), “hegemonya kavramının içeriği değişmiştir” derken kastettiğim daha çok yukarıdaki cümlede işaret ettiğim ilk iki değişimdi. ABD’nin ekonomik ve siyasal cephelerde gerilerken Irak müdahalesinde çıplak biçimde görüldüğü üzere askeri gücünü öne çıkarması, yeni konumunu anlatmak için “hegemonya” yerine “imparatorluk” teriminin önerilmesi (Negri ve Hardt) içerikteki değişikliğin neden ve belirtileri olarak kaydedilebilir. Bugün, yeniden “imparatorluk” sözcüğünün dillendirilmesi de rastlantı değil.

*

Hegemonya kavramının içeriğinde değişime yol açan görece yeni eğilimleri satırbaşlarıyla özetlemeye çalışalım.

Bir: Düzen sağlayan önderlik işlevi, günümüzde iki sistem karşıtlığı ekseninde değil, kapitalist devletler/ülkeler arası ilişkiler ekseninde, sistem içinde biçimleniyor. Rusya ve Çin, kapitalist ülkeler, büyük devletler olarak bu ilişkiler içinde yer alıyorlar. Kapitalizmin eski efendilerinin bu iki gücü entegre ve asimile edememelerinin nedeni, sistemsel/sınıfsal olmaktan çok jeopolitiktir. Çin için eklenecek bir neden daha var: Çin, Sovyetlerden farklı olarak kapitalist restorasyonu Çin Komünist Partisi yönetiminde gerçekleştirerek, batılı kapitalistlerin “kapitalist ilişkileri, partinin çözülmesi, liberal demokrasiye geçiş izleyecektir” beklentisini boşa çıkardı. Çin, kapitalist dinamiklerle devlet kapasitesini birleştirerek kabaca yirmi yıllık bir zaman diliminde, ABD ile her alanda boy ölçüşecek bir süper güce ulaştı. Bunu, yukarıdaki “kapitalistler arası eksen” saptamasını yanlışlamayan, tersine doğrulayan bir gelişme olarak not edelim.

İki: Dünya kapitalist sistemindeki önemli değişikliklerden biri, Marx’ın çok önceden öngördüğü gibi sermayenin ulus devletleri aşan hareketidir. Bu küresel hareket, ulus devletlerin otarşik varoluş temellerini sarsıyor; ulusal sınırları sorguluyor; 1648 Westfalya anlaşmasından beri iyi kötü hüküm süren devletlerarası hukuku işlemez hale getiriyor. Günümüzde, üstünlük/hegemonya savaşlarının iki önemli aracı yüksek teknolojili silahlar ve paradır. Savaş kapasitesi mücadelenin “sert”, ekonomik-ticari güç “yumuşak” öğesini oluşturuyor. İkisini birbirinden bağımsız düşünemiyoruz.

Üç: Sermaye, en ileri kapitalist ülke ABD’den başlayarak devletleri bir başka açıdan daha aşıyor. Bildiğimiz devlet, toplumsal/kamusal görevlerinden çekilirken, boşalttığı tüm alan ve işlevler paranın, yapay zekâ algoritmalarının muazzam gücünü elinde tutan, toplumsal sorumluluk üstlenmeyen, hiçbir kural tanımayan bilişim oligopolleri tarafından dolduruluyor. Bu olgunun konumuzla ilgili boyutu, bilişim oligopolleri arasındaki küresel rekabetin günümüzdeki hegemonya/paylaşım mücadelelerinin, ait oldukları devletleri de güdümleyen önemli bir öğesi haline gelmesidir. Çin ve Amerikan devletleri, küresel şirketler arasındaki rekabette aktif taraftırlar. Bu dev sermaye grupları, ait oldukları devletlerin gücüne güç katıyorlar. Evet, Çin’de ÇKP’nin ve devletin tüm süreçler üzerinde kontrolü var ve bu önemsiz değil. Ama Çin de kapitalizmin hareket yasalarının dışında değil. Orada da özellikle yüksek teknoloji alanında özel şirketler öne çıkıyor. 20 Şubat 2025 tarihli People’s Daily, Xi Jinping’in özel işletmelerle yaptığı toplantıdaki konuşmasını yayımladı. Buna göre, Çin’de 55 milyondan fazla özel firma var ve bunlar tüm işletmelerin yüzde 92’sinden fazlasını oluşturuyor. Teknolojik yenileşimlerin (inovasyon) yüzde 70’inden fazlası özel şirketlerin katkısıyla gerçekleşiyor.

Sonuç olarak, sermayeler, küresel rekabet ve paylaşımın sürükleyici gücü durumuna geliyor. Ulus ya da ülke devletin hareket alanı daralırken küresel sermayenin doğrudan hareket alanı genişliyor.

Bu derin dönüşümün, ekonomi politik ve jeopolitik sonuçlar doğurması kaçınılmazdır. Günümüzde, ABD ve Çin, sermayeleri ve giderek daha çok sermayelerin kontrolüne giren devletleriyle, ekonomi politik ve jeopolitik karşıtlığın iki başat kutbunu oluşturuyorlar. Rekabet ve çatışma, ekonomik-ticari, stratejik-askeri boyutlarda ve değişik biçimlerde sürüyor.

*

Trump-Musk ikilisinin, ABD’de ve dünyada “eski düzeni” yıkıp yenisini kurmak üzere başvurdukları köktenci/yıkıcı sınamaların ABD’de, Avrupa’da ve tüm dünyada uzun erimde hangi somut gelişmelere yol açacağını bugünden bilmek olanaksız. Birçok değişken, karşıt yönlerde hareket eden onlarca dinamik var. Tarihsel sonuç, hep olduğu gibi, bu güçlerin yürüttükleri mücadelelerin bir tür bileşkesi olarak ortaya çıkacak.

Bizi, daha yakından ilgilendiren bir not: ABD’nin Çin, Ortadoğu ve Kürt siyasetleri kimi kritik ayrıntılarıyla billurlaşmış değil.

Bu çekincelere rağmen, Trump-Musk ikilisinin sistem için zamanı gelmiş dönüşüm ihtiyacına tersinden çözüm üretme yönelişlerinin “zamanın ruhu”yla uyumlu olduğunu görmek gerekiyor.

*

Yazıyı bağlamak üzere, somut üç önemli gelişmeye dikkat çekmek istiyorum.

Bir: Trump yönetiminin ABD’nin Rusya politikasını değiştirme yönünde attığı adımların sahici ve önemli olduğunu düşünüyorum. Daha önce de yazmıştım; ABD’nin Kissinger’den bu yana yerleşik dış siyaset ilkelerinden biri, Çin ile Rusya’yı birbirinden uzak tutmaktı. Biden, Ukrayna savaşında izlediği siyasetle bu ilkeyi bozdu. Bu iki büyük gücü tarihlerinde pek az olduğu ölçüde birbirine yakınlaştırdı. ABD’nin Ukrayna “barışı”, dolayısıyla Rusya’la yakınlaşma yönelişini Trump’ın “barışçılığı” safsatasına bir zerre prim vermeden serin bir akılla değerlendirmek gerekiyor. Avrupa’yı ve Ukrayna/Zelenski yönetimini dışarıda bırakarak Riyad’da Rusya’yla Ukrayna için barış pazarlığı yapmak bu yolda atılmış önemli bir adımdır.

İki: Bu son adımın ve Zelenski’nin Beyaz Saray’dan kovulmasının Atlantik ittifakında yarattığı çatlak da sahici görünüyor. Trump ABD’si Rusya’yla yakınlaşmanın yanı sıra, başta NATO ve Birleşmiş Milletler olmak üzere, kuruluş işlevlerini yitirmiş uluslararası kurumların mali ve siyasal yüklerinden kurtulmak istiyor. Biri somut öteki stratejik bu iki yönelişe Avrupa’nın tepkisi, “Rus tehdidine karşı Amerika bizi yalnız bırakıyor, öyleyse silahlanalım!” olarak özetlenebilir. Avrupa’yı yönetenlerin aklına, Rusya’yla barış içinde yaşama seçeneği hiç gelmiyor. Son “ulusa sesleniş” konuşmasında Avrupa’ya nükleer şemsiye gereceğini söyleyen Macron şarlatanı, günümüzün üç büyük nükleer gücü (ABD, Rusya, Çin) arasındaki “dehşet dengesi” sürdüğü sürece Avrupa’nın nükleer tehdit altında olmayacağını bilmiyor mu? Putin’in o şemsiyenin Fransa’daki nükleer elektrik santrallerini koruyamayacağını söylemesi boş laf mı?

Bu sorular netleştiricidir; durum açık ve yalındır: Avrupa “güvenlik” nedeniyle değil, en çok kendi topraklarını etkileyen sınırdaki bunalımı ötelemek için silahlanma seferberliği başlatıyor. Avrupa’da ekonomik durum kötü; işsizler ordusu büyüyor; enflasyon, özellikle gıda fiyatları artıyor; sağlık, eğitim hizmetleri geriliyor; kâr oranları düşüyor; toplumsal norm ve değerler aşınıyor. Sistemik bir tıkanıklık söz konusu. Ekonomiyi canlandırmak, kârları artırmak, “sosyal harcama”lardan kurtulmak için, “yaratıcı yıkım” için bir kez daha silahlanmaya ve savaşa başvuracakları anlaşılıyor.

Üç: Erdoğan’ın “Türkiyesiz bir Avrupa güvenliği düşünülemez; Türkiye’nin hak ettiği biçimde yer almadığı bir Avrupa küresel bir aktör olarak varlığını sürdüremez” sözleri hem içeriği, hem de zamanlamasıyla önemlidir. Türkiye, son yıllarda silah sanayiinde önemli ilerlemeler kaydetti. Deniz kuvvetleri Türkiye’de üretilen yüksek teknolojili firkateynlerle, yeni denizaltı ve çıkarma gemileriyle güçlendirildi. Avrupa’yı yönetenler bunların farkındalar. Ukrayna yalnız bir Avrupa ülkesi değil, aynı zamanda Karadeniz’de kıyısı olan bir ülke. Türkiye ile Ukrayna arasındaki silah alışverişi, Türkiye’nin Kırım’la ilgili özlemleri sır değil. Bütün bunlar birlikte düşünüldüğünde Avrupalıların Türkiye’yi kimi ödünler karşılığında Karadeniz’de Rusya karşıtı bir askeri iş birliği ve belki savaşa çekmek isteyeceklerini öngörmek için kâhin olmak gerekmiyor. Türkiye’de yeterince üzerinde durulmayan bu somut savaş tehlikesi ciddiye alınmalıdır.

Ukrayna’daki, Ortadoğu’daki, Avrupa’daki, Karadeniz’deki, dünyanın herhangi bir yerindeki hiçbir savaş o topraklarda yaşayan insanlara kan, gözyaşı ve yıkımdan başka bir şey getirmeyecek, bu savaşların kazananı da olmayacaktır.

Savaşsız yönetemeyen asalak kapitalistlerden yetkiyi geri almak, yeryüzünde yaşamı sürdürme mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır.

Hegemonya, savaş, ABD, Çin, Rusya, Avrupa, Türkiye üzerine yazmaya, tartışmaya devam edeceğiz.


1) Bu ihtiyacı ilk görenlerden biri, ABD Başkanı Carter’ın güvenlik danışmanı Polonya asıllı azılı anti-komünist Zbigniew Brzezinski’dir. 2011’de yazdığı Stratejik Vizyon Amerika ve Küresel Güç Buhranı kitabında (Çevirenler: Sezen Yalçın/Abdullah Taha Orhan, Timaş Yayınları, İstanbul 2012) yeni durumu anlatmak için hegemonya yerine “küresel egemen güç” , süreci anlatmak için de “siyasi ve ekonomik gücün küresel dağılımında temel değişim” anlatımlarına başvurmuştu.
2) Haluk Yurtsever, “Kriz ve Hegemonya”, Yaşayan Marksizm Sayı:1, Ekim 2010

  • Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Yeniçağ Gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir 
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
417AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin