Yeni bir savaşı canı gönülden isteyenler var. Bayraklara sarınıp marşlar söyleyenler, ekran başında strateji çözüp mermi sayanlar, itiraftan yükselenler… O, karşıdaki uğruna zevkten ödün vermeyenler. Phallic arzu. Bir de uzaktan, uzaktan ama gözleri kısılmış, dudakları aralanmış, savaşanları sevenler var, ah çekişler serpiştirilmiş araya… Onlara göre savaş sadece politika değil; bir gösteri, bir arınma, hatta bir arzu aslında. Hatta bazen, bir estetik formudur: erkekliğin nihai sahnesi aynı zamanda…
Tarih boyunca savaş, erkek bedeninin sergilendiği bir vitrin olarak iş gördü. Zırhın parıltısı, kasların gerginliği, yüzlerdeki kararlılık… Sanat tarihine bakarsanız, savaş sahneleri daima belli bir erotizm taşır.
Antik Yunan heykellerinden barok tablolara, savaşçı figürleri yalnızca güç değil, aynı zamanda güzellik taşır. Bu, estetiğin doğrudan hazzı çağırdığı bir alandır: savaşan beden, arzulanan bedendir.
Modern çağda da bu kod değişmez. Aksine, daha incelikli bir biçim alır. Aksiyon filmleri, askeri reklamlar, “cesaret” temalı kampanyalar; hepsi erkeksi bir estetikle bezenmiştir. Bu görsellerde ter, kan ve toprakla karışan kaslı beden, bir tür kahramanlık pornografisi sunar. Seyreden haz alır, ama bunu doğrudan arzu olarak değil, “hayranlık” olarak kodlar. Oysa o hayranlık, çoğu zaman yön değiştirmiş bir erotizmdir.
Bir savaşı istemek, çoğu zaman o savaşın kendisinden değil, yaratacağı sahneden, kostümden, duruştan haz almaktır belki de. Yaralı bir asker omzunu sıvazlarken çekilmiş kare, yalnızca bir acının belgesi değil, aynı zamanda bir güzelliğin çerçevesidir. Bütün bir savaş anlatısı, yıkım kadar beden estetiği üzerinden de örülür.
Burada durup şunu sormak gerek: Bu estetik haz yalnızca savaşan erkek figürüne mi aittir? Kadınların, Queer bireylerin ya da herhangi bir başka bedenin savaşla kurduğu ilişki neden bu kadar sessiz kalır? Çünkü anlatı, bu figürleri görünmez kılar; onlar ya kurban ya da “arka plandır.”
Erkek bedeniyse savaşın ön yüzüdür; temsilin, gösterinin ve hazın merkezindedir.
Erkektir o.
Bir bedenin güzelliği, onu neye hizmet ettiğiyle birlikte anlam kazanır. Barış içinde bir sanatçının elleriyle yoğurduğu bedenle, bir askerin çatışmada yıpranan bedeni arasında estetik bir fark vardır, evet. Ama bu fark aynı zamanda ideolojiktir. Çünkü hangisine bakmak istediğimiz, neyi arzuladığımızı da belirler. Acıya mı çekiliriz, yoksa ona karşı duran dirence mi?
Belki de yeni savaşları canı çekenler, yalnızca kan görmek isteyen sadistler değil; erkekliğin, güzelliğin ve hazzın sahnesini yeniden yaşamak isteyen romantiklerdir. Onlar için savaş, bir arınma ritüeli, bir erkeklik testi, bir “gösteri”dir. Bu gösterideki bedenler, yalnızca asker değil; seyircinin bilinçaltında işleyen erotik imgeler haline gelir.
Bu noktada sanat ve medya, savaşın bu “güzel yüzünü” cilalamaya devam eder. Filmlerde, reklamlarda, haber bültenlerinde bile bu estetizasyon sürer. Kan bile “doğru” ışıkta çekilirse parlak ve büyüleyici görünebilir. Savaş, gerçekliği kadar temsil biçimiyle de arzu nesnesi haline gelir. Özellikle de eril arzuların en karanlık yerlerinde.
Bu yüzden, estetik ve haz üzerine konuşurken savaşın erotik temsilini sorgulamak zorundayız. Çünkü bu temsil, sadece savaşı normalleştirmez; aynı zamanda onun üzerinden güzellik ve erkeklik kurgularını yeniden üretir. Ve belki de en tehlikelisi budur: bir yıkımı güzel bulmak, ona yeniden razı olmaktır…
Peki o savaşan neden ilk kaçandır bu haz bitince? Fotoğraf kareleri neden ölümden sonra da çekilmez ve asılmaz baş köşeye çerçevelerde?
Neden savaşan beden, ancak canlıyken güzeldir de, öldüğünde gözlerimizi kaçırırız? Çünkü estetik olan, yalnızca güçtür, direniştir, pozdur. Ölüm, ne kadar kahramanca olursa olsun, gösteriye yakışmaz. Gösteri, hayat ister; nefes, ter, öfke, poz…
Haz, o anda parlar ve söner. Sonrası boşluk, utanç ve suskunluktur. Geriye yalnızca kırılmış bir arzu kalır: artık bakılmayan o bedenin arkasında, belki de, bir zamanlar güzel olduğunu unutmak isteyen kadınların yaşama direnci vardır…