tüm yazılar:

Yeni Samizdat Çağı: YouTube gazeteciliği – Şükran Pakkan

Orjinal yazının kaynağıt24.com.tr

Mutfaktan, oturma odasından, sokaktan, kimi zaman sürgünden, kimi zaman hücreden… Gerçek, hala bir yolunu bulup çıkıyor ortaya. Ve burada hepimize düşen bir şey var: O sesi yalnız bırakmamak. Sadece izlemek yetmez, paylaşmak da yetmez. Gerçeğin susturulması için harcanan enerjiye karşı, bizim de sahip çıkma enerjimiz olmalı!

Yeni Samizdat Çağı’na hoş geldiniz…

Eskiden, bilgiye ulaşmanın bedeli daktilo başında geceyi geçirmekti. Sovyet sokaklarında, mahzenlerde, elde çoğaltılan ve el altından dolaşan kağıtlar… Adı Samizdat’tı. Devletin izin vermediği her metin, her fikir, her eleştiri satırı böyle yayılırdı. Baskı makineleri susabilir, gazete kapatılabilir, matbaalar mühürlenebilirdi ama fikir? O bir kere sokağa düştü mü durmazdı. Hey heyyy, hala durmaz.

Samizdat, kelime olarak Rusça “öz-yayın” demek. Yani devletin izin vermediği, sansürlediği her türlü bilgi, belge, kitap, makale, el yazısı veya derginin kaçak şekilde çoğaltılıp dağıtılması. Sovyetler’de doğdu ama Doğu Avrupa’da, hatta Latin Amerika’da benzer sistemler vardı. Mesela Çekoslovakya’da Vaclav Havel’in, Polonya’da Dayanışma Hareketi’nin dağıttığı tüm o yasaklı metinler aynı kültüre dahil. Türkiye’de de 12 Eylül döneminin yeraltı bildirileri, yasaklı kasetlerini düşünün; o da bizim yerli Samizdat’ımızdı diyebiliriz.

Bugünün YouTube yayıncılığı, bağımsız haber portalları, podcast serileri — modern çağın Samizdat’ı. Devlet baskısı, medya tekeli, sermaye sansürü… Hiçbiri halkın bilgiye ulaşma arzusunu tamamen yok edemiyor, edemez de. 90’lı yıllarda da gazete dediğimiz büyük büyük binaya girerdik (plazada çalışmak da gerçekten çok havalı görünürdü), büyük büyük masada oturur, büyük büyük laflar söylerdik. Kırılıp açılmayacak kapı yoktur zamanlarından bahsediyorum. Gazeteci olduğunu söylediğin her yerde, karşındakinin “Acaba ne yanlış yaptım” diye bir anlık bir titreme geçirdiği dönemlerden bahsediyorum. M.Ö. bilmem kaç… Şimdi gazeteci dediğin, evinin balkonunda, yanında kedi, mutfakta demlik kaynarken, salonda bir masa lambasının ışığı altında yayın yapıyor. Çünkü o büyük binalar artık ya yok ya satıldı ya da içinde haber yapılmıyor. Ana akım medya dediğimiz o dev gemi, yıllardır su alıyor. Bence çoktaaaaan battı da, siz umudunuzu kaybetmeyin, belki su boşalır. Bugün baktığınızda; eski gemilerin kaptanları da ortalıkta çok değil, kalan birkaç yolcu da YouTube’da yeleğiyle yüzüyor.

Her kim gazeteleri kontrol altına aldılar diye susacağımızı, ekranlardan vazgeçtik diye köşeye çekileceğimizi sandıysa, yanıldı. Bugün YouTube kanalları, bağımsız haber siteleri, sansürsüz podcast’ler, o eski direncin modern izdüşümü. Peki bu yeni medya düzeni sadece kişisel bir özgürlük alanı mı? Hayır. Bu, toplumun bilgiye ulaşma hakkı için açılmış bir kapı. Soru şu: O kapıyı açık tutacak mıyız, yoksa yine üç dört büyük sermaye grubunun, siyasi aparatların eline mi bırakacağız? Fatih Altaylı’nın “boş koltuk” yayınına baktınız mı? Fatih Bey cezaevine girdi, sandalyesi yayında kaldı. Ne oldu? İlk beş dakikada yarım milyon kişi o boş sandalyeyi izledi. Kimse kusura bakmasın; bugün ana haber saatleri, o boş sandalye kadar bile izlenmeyen koca koca medya grupları var. Şimdi bazıları küçümseyerek diyor ya: YouTube gazetecisi… Buyurun izlenme rakamları ortada. Ana akım ekranlarında reyting diye birbirini yiyenlerin toplamı kadar izlenen bağımsız içerikler var. Altaylı’yla bitmiyor, Ruşen Çakır, Cüneyt Özdemir, Özlem Gürses, Murat Yetkin, Nevşin Mengü, Şule Aydın, Murat Ağırel, Barış Pehlivan, Timur Soykan, Barış Terkoğlu, Ahu Özyurt ve şu anda adı aklıma anlık gelmeyen çok çok, birçok şahane gazeteci… Her biri başka bir yerden yürüyüşe çıktı, yolları dijitalde kesişti.

Peki meseleleri sadece izlenmek mi? Elbette hayır. Bağımsız gazetecilik dedikleri şey, evin balkonundan seslenmekle olmuyor. Mikrofon, ışık, ekipman, o videonun arkasında da emek, ekonomi, zaman konuşuyor. Çoğu bunu da anlatamıyor ama inatla ayakta kalmaya çalışıyor. Burada bir soru daha var tabii: Bağımsız gazeteciliğe sadece like atarak mı destek olunur, yoksa cebimize de dokunmalı mıyız? Konumuz bu değil ama kesin yanıtımı vereyim: Evet, dokunmalıLike özgürlük kazandırmıyor, izlenme kirayı ödemiyor, yorumlar mikrofona pil almıyor. Patron istemiyorsak, izleyen elini cebine atacak. İdealist romantizmin sonunda, faturalar kapıya dayanıyor.

Bugün Türkiye’de bağımsız gazetecilik sadece bir meslek değil, bir direnme biçimi. Çünkü burası artık öyle bir ülke ki, bazen gerçeği duymanın tek yolu, bir internet bağlantısı ve konuşmaktan vazgeçmeyen birkaç insanın varlığıyla hayat bulabiliyor. O insanlar şu anda büyük medya binalarında değil. Dev stüdyoların ışıkları sönmüş, haber merkezlerinin sesleri kısılmış olabilir. Ama mutfaktan, oturma odasından, sokaktan, kimi zaman sürgünden, kimi zaman hücreden… Gerçek, hala bir yolunu bulup çıkıyor ortaya. Ve burada hepimize düşen bir şey var: O sesi yalnız bırakmamak. Sadece izlemek yetmez, sadece paylaşmak da yetmez. Çünkü bu ülkede gerçeğin susturulması için harcanan enerjiye karşı, bizim de sahip çıkma enerjimiz olmalı.

Eskiden haber almak zordu. Şimdi haber çok, internette kota yok ama gerçek az. O yüzden bilgi akıyor ama zihin bulanıyor. Her yerde konuşan konuşana ama kim ne kadar bağımsız, kim ne kadar bilgili, kim ne kadar affedersiniz bir yerinden sallıyor, asıl mesele burada başlıyor, haklısınız. Türkiye’de ana akım medya zaten bir inşaat projesi gibi yönetiliyor: İhaleler kime giderse haber de oraya akıyor. 80’ler, 90’lar boyunca medya yavaş yavaş gazetecilerin elinden çıktı. Yerine, enerji baronları, inşaatçılar, piyango işletmecileri girdi. Ne oldu? Gazete manşetleri ile ihale listeleri birbirine karıştı. Sonra AK Parti döneminde, medya mülkiyeti bir mühendislik projesine dönüştü. İstediğin gibi dizayn ediyorsun. “Amiral gemi” Hürriyet bile Demirören’in eline geçti. Ekranlar tek sesli, bazı gazeteler yıllardır aynı manşetle çıkıyor. Alternatif yok. Eleştiren susturuluyor, direnmeyen ödüllendiriliyor. Peki susturulmayanlar? İşsiz bırakıldılar. Meslekten atıldılar. Ya da “özgür idareleriyle” oyun dışına çıktılar. Ama sahneyi terk etmediler. Çünkü gazetecilik ne patrona ne iktidara ait. Sahibi halksa, bu meslek her koşulda bir yolunu bulur. Bir de lütfen şu konuda hemfikir olalım: Gazetecilik iş değil, meslektir. Pazara kadar değil, mezara kadar.

Ana akımda yer bulamayan gazeteciler ne yapıyor, çareyi dijitalde arıyor. YouTube stüdyosu kuran da var, mutfağında haber anlatan da. Peki bu yeni medya gerçekten özgür mü? Dayanır mı? Yoksa hepimizi o meşhur “ekran kararması” mı bekliyor? Bugün, eski sistemin dışına çıkan gazeteciler, haberi, gerçeği, söylenmesi gerekeni, söylenmemesi gerekeni, her tür soruyu, her görüşü, her tartışmayı, her isyanı, her zor durumu, her çelişkiyi, her abukluğu, her ‘yok artık’ı bedavaya ayağınıza getiriyorlar. Deli olmaları lazım. Ama çok da akıllı sayılmazlar zannımca.

İster sevin ister eleştirin; Fatih Altaylı bunun en net örneği. Her videosu yüzbinlerce izleniyor. Cezaevinde boş sandalyesi bile viral oluyor. Sesi kesilmeye çalışıldıkça, daha fazla duyuluyor. Burada esas mesele şu: Bu sadece kişisel bir direniş değil. Yeni medya düzeninde, halkın habere ulaşma hakkı için açılmış bir kapı. Yani Fatih Altaylı’yı Silivri’ye gönderince sesini kısmış olmuyorsun. Kolay sanıyorlar, acayip yanılıyorlar. Sanıyorlar ki soru sormayı, eleştirmeyi, alternatif bakışı da kilitleriz. Oysa işler öyle yürümüyor. Hele yeni medya düzeninde hiç yürümüyor. Fatih Altaylı’nın başına gelen tam da bu yüzden sadece bireysel bir hikâye değil, hepimizin haber alma hakkıyla, gazetecilikle-gazetecilerle ilişkisiyle doğrudan ilgili. Çünkü mesele bir bir ekrandan eksilmek değil; o ekranın ardında büyüyen, çoğalan, alternatif medya ekosisteminin ta kendisi oluyor.

Ben hala inanılmaz derecede, saflık derecesinde umutlu bir insan olarak şunu da söylemek isterim: Arkadaşlar, bu dünyayı gazetecilik ve gazeteciler kurtaracak. Tersini iddia etseydiniz, bu sayfalarda ne işiniz vardı zaten…

Dünyada bunun parlak örnekleri var. Mesela Fransa’daki Mediapart. Kamu yararı odaklı, abonelik sistemiyle finanse edilen, sermaye bağı olmayan bir haber platformu. Yıllardır derinlikli araştırma haberleriyle gündem yaratıyor. Patron baskısı yok, reklam kaygısı yok, sadece okuyucudan güç alıyorlar. Kıskanılacak bir model. Türkiye’de henüz oraya gelmedik ama dijitalin açtığı kapı burada da büyüyor, gelişiyor. İşte tam da bu yüzden, bağımsız gazeteciliği sadece birkaç “popüler” isimle sınırlı görmemek lazım. Evet, Türkiye’de de güçlü örnekler var. Ama iş sadece onların izlenme oranı, takipçi sayısı değil. Asıl mesele, yeni medya düzeninde bağımsız seslerin nefes alabilmesi. Bu sadece onların kişisel çabasıyla olacak iş değil. İzleyicinin, okuyucunun, yani toplumun sahip çıkmasıyla oluyor. Bugün YouTube, podcast, bağımsız haber siteleri birer “kaçış rotası” değil; tam aksine, yeni medya düzeninin temel taşları. Ve biliyoruz ki, bu alanlar güçlenmedikçe, hepimiz aynı denizde boğuluruz. Altaylı’nın “oha, vallahi haklı” dediğimiz yumruk gibi çıkışları, Özlem Gürses’in efsane gündem yayınları, Yetkin’in Superman kıvamındaki analiz yeteneği, Ruşen Çakır’ın kulislerden gerçek ama çok gerçek aktarımları bunun göstergesi.

Şunu unutmamak gerek: Gazetecilik kamu yararı için yapılır. Ve kamu, yani siz, sadece seyirci değilsiniz; bu hikâyenin ana aktörüsünüz. Like atmak, takip etmek, paylaşmak güzel ama yetmez. Abone olmak, fon sağlamak, bağımsız medyanın sürdürülebilirliğini desteklemek de şart. Ancak mesele artık gazetecinin ekran başında olup olmaması değil. Mesele, o ekranın kimsenin ama kimsenin tekelinde olmaması. Ekran değişiyor, mecra değişiyor, yöntem değişiyor ama baskıya rağmen şu değişmeyen şey var: Haber istiyoruz. Gerçeği istiyoruz. Tek başına bunu yapmaya çalışıyorlar.

Tam da bu yüzden eskiden birini gazeteden kovunca, sesi kesilirdi. Bugün o ses, sokağın her köşesine yayılıyor. Ve bunu durduramıyorlar. Çünkü sistem artık lineer değil. Çünkü susturmaya çalıştıkları her gazeteci, kendi mecrasını yaratıyor. Altaylı’nın sandalyesi bunun en ironik hali. Sen adamı hapse atıyorsun, boş sandalyesi ile seni konuşuyor. Bu, baskının da teknolojinin de önünde gelişen bir gerçek: Susturamıyorlar. Çünkü algoritmalar, dijital platformlar, sosyal ağlar yeni bir koridor açıyor. İster beğenin ister beğenmeyin, bağımsız gazetecilik dediğiniz şey artık tam da bu: Yasaklananın, susturulanın, sansürlenenin dijitalde ikinci, üçüncü, beşinci kapıyı açma hali.

Evet, bu yol zahmetli. Evet, ekonomik olarak sürdürülebilirliği tartışmalı. Ama bir şey kesin: Bu yol kapatılamıyor.

Silivri’nin duvarı yüksek olabilir ama YouTube’un, X’in, podcast’in duvarı yok. Bariyer koyuyorlar mı? Koyuyorlar. Engellemeye çalışıyorlar mı? Çalışıyorlar. Ama tarihin basit bir refleksi var; kapıyı kapatırsan insanlar camdan sarkar, camı kapatırsan çatıya çıkar, çatıyı yıkarsan düşer, yer altından geri çıkar.

Bugün Türkiye’de de dünyada da olan tam olarak bu.

Geçen yıl Fransa’da, Almanya’da, hatta Amerika’da bile birçok gazeteci, yasaklandıkça, sisteme alternatif bir alan açtı. Okuyanlarıyla… İzleyenleriyle… Çünkü klasik modeller tıkandı. Ne kadar baskı, o kadar alternatif. Ne kadar yasak, o kadar yeni kanal. Ne kadar korku, o kadar yeni ses. İşte bu yüzden, mesele sadece Altaylı’nın Silivri’ye gönderilmesi değil; mesele şu: Gazetecilere ne kadar sahip çıkıyoruz? Sadece izlemekle yetiniyor muyuz, yoksa gerçekten destekliyor muyuz?

Hiçbir duvar, hiçbir kelepçe, hiçbir sansür gerçeğin ve haklının önüne geçmesin.

Yeniçağ'da yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar Yeniçağ Gazetesinin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.

Son Yazılar

spot_img

Son eklenenler

spot_img