Üç şair, üç ölüm, üç haziran… Yılın en uzun ve en zor günlerinde, işte Nâzım’ın hikâyesi ve Orhan Kemal’in Ahmed Arif’in edebî kişilikleri…

Hasan Hüseyin Korkmazgil, “Haziran’da Ölmek Zor” şiirini 1976 yılında yazar. “1963’lerde yaşanılanları ben, ancak böyle dökebildim 1976’larda şiire” dediği yıl, Nâzım Hikmet’in öldüğü 3 Haziran 1963’tür. Hasan Hüseyin bu şiirin başına “Orhan Kemal’in anısına” diye not düşer. Çünkü Orhan Kemal de 2 Haziran 1970 yılında yaşama veda eder. Bu şiir yazıldıktan 15 yıl sonra yine bir haziran günü, 2 Haziran 1991 tarihinde ise Ahmed Arif kalp krizi sonucu vefat edecektir. “Haziran’da Ölmek Zor”, bu üç şair ile anılmaya başlar.
“havada tüy
havada kuş
havada kuş soluğu kokusu
hava leylâk
ve tomurcuk kokuyor
ne anlar acılardan/güzel haziran
ne anlar güzel bahar!
kopuk bir kol sokakta
çırpınıp durur”
Yurtsever bir dünya şairi olan Nâzım Hikmet, “1902’de doğdum. Doğduğum şehre dönmedim bir daha. Geriye dönmeyi sevmem” diye başlatır hikâyesini. 1917’de ittihatçı Cemal Paşa’nın Hikmet Bey’i ikna etmesiyle Bahriye mektebine girerek subay çıkar. “Ben bir deniz tutkunuyumdur” der. Ama zatülcenp hastalığı nedeniyle askerlikten çıkarılır deniz subayı olamaz.
Bu milli duyguları yüksek, aynı zamanda özgürlükçü ailenin ferdidir Nâzım. Hatta şöyle bir rivayet vardır: Oturdukları evin karşısında oturan Fransız askerler saygısızca bağırıp çağırarak, küfür ederek mahalleliyi bezdirirler. O sırada dışarıdan gelen tangır tungur sesler, mahalleliyi sevindirir. Türk askeri geldi zannederler. Oysa balkonda bir kadın tencere ve kapağı birbirine vurmaktadır. “Tencere tava, hep aynı hava” denen şeyi bir kadın başlatmıştır. Adı Celile, ressam, Nâzım Hikmet’in annesi.
Bu duygularla yetişen Nâzım, Kurtuluş Savaşı başladığında Anadolu’ya geçmek ister. Dayısı Ali Fuat Paşa’nın da desteğiyle Karakol’dan birileriyle ilişki kurar. İşgalcilere ve saray hafiyelerine yakalanmamak için Karakol’daki gizli bir millici polisin önerisiyle, yumurta satıcısı olarak İstanbul’dan çıkış tezkeresi alır. Üç arkadaşıyla birlikte Yeni Dünya vapuruna biner İnebolu’ya giderler. Ankara’ya gitme izni sadece kendisine ve Vâlâ Nureddin’e çıkar. Yolculukta şunu der: “İki arkadaş tuttuk dağlara giden yolu. Öyle yükselmişiz ki sahilde İnebolu. İnce sokaklarıyla ufaldıkça ufaldı. Minareler bir çizgi, camiler nokta kaldı.”
Mustafa Kemal’in huzuruna çıktığı ânı şöyle anlatır, “sert bir mavilik gördüm. Sonra bir altın sarısı sonra ak eller…” Vâlâ Nureddin, elini öpsem mi diye düşünür. Gururlu Nâzım bu harekete kızar diye korkar ve öpmez. Mustafa Kemal, yoğun günlerde genç şairlerle yaptığı kısa görüşmede o meşhur sözünü söyler: Gayeli şiirler yazınız (Vâlâ Nureddin, Bu Dünyadan Nâzım Geçti).
İnebolu’da 25 gün kalırlar. Orada sosyalist düşüncelere sahip Spartakistlerle tanışırlar. Bolu’da öğretmenlik döneminde de bu iletişimleri sürer. Nâzım artık hem Milli Kurtuluş Savaşını destekliyor hem de ülkedeki açlığı bitirecek sosyalizm fikrini savunuyordu. Anadolu’daki sefaleti gördükçe içi içini yiyor, Rusya’da emekçilerin yaptığı devrimi merak ediyordu.
Yaptıkları yolculuklarda Nâzım, Anadolu’nun aç perişan halini görür. Sonrasında da Memleketimden İnsan Manzaraları’nda bu manzarayı yazar. “Bir deri bir kemik Memet, düşmüş bıyıklar. Memed’in ayağında yarım çarıklar.”
Sosyalist fikirlerle tanışmasından sonra Sovyetler Birliği’ne geçip orada bir süre kaldıktan ve şiirini geliştirdikten sonra cumhuriyet devriminin heyecanı ile Türkiye’ye dönen Hikmet, komünizme yönelik baskılar nedeniyle cezaevine girip çıkmaktan kurtulamaz. Orduyu kışkırtma gibi iftiralar ve yalancı tanıklıklarla yıllarca sürecek cezaevi günleri başlar. O günlerde Atatürk’e mektup yazsa da II. Dünya Savaşı öncesi devlet içerisinde ülkenin yönünü tayin etmek isteyen kesimler tarafından bu mektubun ulaştırılıp ulaştırılmadığı bilinmez. O dönemde serbest girişimci-liberal-sağ, Alman hayranı faşist, sosyalizan-kamucu kanatlar tek parti döneminde bir arada tutulmaya çalışılıyor ancak savaş yaklaştıkça gerilimler süreklileşiyordu. Nâzım, o dönemde Atatürk’ün silah arkadaşlarından aldığı kimi bilgilere de dayanarak, kendisine ve aydınlara karşı anti-komünist saldırılardan en çok Fevzi Çakmak ile Şükrü Kaya’yı suçlamıştır. Çakmak’ın Atatürk’ün ölümü sonrası sürdürdüğü siyasi çizgisi de bu anlamda veriler sunmaktadır.
ORHAN KEMAL İLE AYNI MAPUSTA
Nâzım cezaevi yıllarında adeta hasretle yoğrulmuştur. Eşinin ve üvey oğlunun özlemiyle yanarken cezaevinde çalışıp para kazanmaya, onlara göndermeye çalışır. Çeviriler yapar, tahtadan sandıklar yapar, şiirler yazar. Ama en önemlisi özlem çeker. Nâzım kendi deyimiyle 20’lik bir delikanlı gibi Piraye’yi kıskanır, özler, huysuzlaşır, bekler… 750 sayfalık mektuplar kitabını okuyanlar bilir. “Mercan’ı evlat edinmene çok sevindim” diye bir cümle geçer. Sonrasında da her mektupta seni, oğlumu, anneni, Mercan’ı öperim der. Bu evlatlık da kim diye düşünürken biz, ilerleyen mektuplarda, Mercan’ın pembe ve uzun kulaklarını öperim yazar (Nâzım Hikmet, Piraye’ye Mektuplar).
Işık Öğütçü’nün anılarından öğreniriz ki, cezaevi mahkûmları yol yapımında çalışırken Raşit adında bir mahkûm yolda bir tavşan görür. Nâzım’a der ki, “usta bunu koğuşa götürelim.” Götürürler koğuşa adına da Mercan derler. Mercan’ın eşinin olmamasına üzülür Nâzım. Raşit’e der ki bunu Piraye’ye yollayalım, ona bir eş bulsun. Evlatlık dediği bir tavşan, Raşit adlı mahkûm da Orhan Kemal’dir.
AÇLIK GREVİ
Nâzım cezaevinde pek çok hastalıkla mücadele eder. Hatta şöyle bir cümlesi var Mehmet Fuat’a mektubunda: “Beni sorarsan, karaciğer, safra kesesi, göğüs ağrıları ve mide bozukluğu bir yana bırakılırsa demir gibiyim” (Nâzım Hikmet, Cezaevinden Memet Fuat`a Mektuplar). Etrafındakileri üzmemek için hep iyi olduğunu söylese de, içeride Bedrettin Destanı’ndan Ferhat ile Şirin’e, Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan Kuvâyi Milliye Destanı’na nice şaheserler yaratsa da artık dayanacak gücü kalmamıştır. Meclis’e gelen af tasarısında Nâzım’ın çıkmasını engelleyen bir madde olduğunu öğrenince 1950’de açlık grevine başlar, “canımı dilekçeme pul olarak yapıştırdım” der. Kampanya büyür, ülkeye yayılır, Adana’da Nâzım şiirleri okuyan işçiler gözaltına alınır. Hemen ardından yazar Kemal Sadık Gökçeli tutuklanır. Hepinizin bildiği adıyla Yaşar Kemal.
Sadece Yaşar Kemal değil, pek çok yazar ve şair de o günlerde Nâzım’a destek olur. Açlık grevi ülke gündemini meşgul ederken 9 Mayıs 1950 sabahı gözleri çok az gören yaşlı bir kadın, elinde bir levhayla Kadıköy iskelesine yanaşır. Levhayı taşıyamaz ve oradan bir gence rica eder. İnsanlar etrafında toplanır. Yaşlı kadın, gözleri görmediği için zor yürüyerek etrafındakilere seslenir. “2 gündür bir şey yemedim, sadece günahtır dedikleri için su içtim. Oğlum Nâzım Hikmet için açlık grevindeyim. Oğlum açlıktan ölecekse ben de ölmek istiyorum. Merhameti olanlar İmza versin.” Ressam Celile Hanım gözaltına alınır.
MENDERES VE AMERİKANCILIK
Adnan Menderes Hükümeti her ne kadar ayak direse de bir süre sonra Nâzım’ı serbest bırakmak durumunda kalır. Ancak bu kez de şairi askere almaya çalışırlar. Üstelik hastalığı nedeniyle subay olamamış bir Bahriyeliyi yıllar sonra türlü başka hastalıklarla boğuşurken. Menderes’in amacı bellidir. Askere gitmezse kendisini asker kaçağı diye halkın gözünden düşürmek, giderse de orada başına bir şeyler getirip kendisinden kurtulmak! Ancak Nâzım bu korkuya teslim olmaz ve Menderes’e, Amerikancılığı, vatanın satılmasına karşı itirazını yükseltmeye devam eder. Bu kez de Münevver’le yürürken hızla bir otomobil üstlerine gelir Nâzım, Münevver’i yana iter, kendi de öte tarafa fırlar ikisi de kurtulur. Nâzım, Türkiye’de yaşayamayacağını anlayınca Sovyetler Birliği’ne gitmek zorunda kalır.
O günlerde eniştesi genç Refik Erduran yedek subaylık yapar Tuzla’da. Bir işadamının sürat motoru satılıktır. Genç subay bu motoru denemek istediğini, beğenirse alacağını söyler. Gezer, deposuna, hızına bakar. Beğendiğini ancak haftaya pazar bir kez daha denemek istediğini söyler. İşadamı güvenmiştir artık. 17 Mayıs 1951’de Tarabya’da sabah yürüyüşü yapan Nâzım, eniştesinin sürdüğü bu sürat motoruna biner ve birlikte Bulgaristan’a yönelirler. Büyük bir Bulgar gemisi gören Refik Erduran gemiye yanaşır fakat gemi çok büyüktür ve yaklaşmak tehlikelidir. Tayfa, gitmelerini işaret eder. Nâzım, Fransızca ve Rusça seslenerek kendisini tanıtır. Komünist mürettebat onu tanır ve aşağıya merdiven uzatır. Nâzım özgürdür artık ama oğlu Memet’e ve Münevver’e hasret kalır. Hemen ardından vatandaşlıktan da bakanlar kurulu kararıyla çıkarılan şair ülkesine, “Alnımın çizgilerindesin memleketim” diye seslenecektir. Menderes’e ise şöyle:
Bir adınız var, Adnan Bey, adımıza benzeyen.
Dilimiz kuruyor dilimizi konuştuğunuz için.
Bitten, açlıktan, sıtmadan betersiniz.
Yüz Türkiye olsa
elinizden de gelse
yüzünü de zincire vurur
yüz kere satarsınız.
Milletimin en talihsiz gecesi
ana rahmine düştüğünüz gecedir.
Ülkenin ABD’ye peşkeş çekilmesine karşı en sert yazıları yazan Nâzım, kendisini hainlikle suçlayanlara ise şu yanıtı verecektir:
“Vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
Vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ”
Hasan Hüseyin Korkmazgil gibi tüm ülkenin aklında, kalbinde kara bir gün olarak geçen 3 Haziran 1963 gününe gelirken Nâzım’ın kalbinin yorulduğu bilinmektedir. Vatan hasreti, oğlundan ayrı kalmak, Sovyetler’de geçirdiği tartışmalı günler, Vera ile yaşadığı fırtınalı ilişki ve pek çok neden… . Bulgaristan günlerinde yanında olan gazeteci Numan Aydınoğlu bir gün Nâzım’ın yanına gider. Nâzım memleket hasretiyle yanıp tutuşmaktadır. Sahile yakın bir yerde otururlarken denize yaklaşır… Karadeniz’e… Ayak bileklerine kadar suya girer ve çömelir. Karadeniz’in serin sularını ileriye doğru fırlatır. “Karşı yaka memleket. Sana Varna’dan sesleniyorum işitiyor musun Memet! Memet!” (Numan Aydınoğlu, Bir Bahar Günü Sofya’da – Nâzım Hikmet’in Bulgaristan Günleri).
Nâzım Hikmet yorgundur. Orhan Karaveli’ye şöyle der. Cancağzım şu sözleri mutlaka yaz. Bu şiir deniz kenarında, bir lokantada otururken yazıldı. Açıkta, Karadeniz’de bir gemi, dumanı tüttürerek İstanbul’a gidiyordu: “Çok yorgunum beni bekleme kaptan, seyir defterini başkası yazsın” (Orhan Karaveli, Tanıdığım Nâzım Hikmet).
Ve 3 Haziran 1963… Hasan Hüseyin Korkmazgil’in o meşhur şiiriyle:
“uyarına gelirse
tepemde bir de çınar”
demişti on yıl önce
demek ki on yıl sonra
demek ki sabah sabah
demek ki “manda gönü”
demek ki “şile bezi”
demek ki “yeşil biber”
bir de memet’in yüzü
bir de güzel istanbul
bir de «saman sarısı»
bir de özlem kırmızısı
demek ki göçtü usta
kaldı yürek sızısı
geride kalanlara
nerdeyim ben
nerdeyim?
kimsiniz siz
kimsiniz?
yıllar var ki ter içinde
taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına
3 haziran ’63’ü
bir kırmızı gül dalı
şimdi uzakta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
yatıyor oralarda
bir eski gömütlükte
yatıyor usta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
okşar yanan alnını
bir kırmızı gül dalı
nâzım ustanın
NÂZIM DOSTU ORHAN KEMAL
Nâzım’ın cezaevi arkadaşı Mehmet Raşit Öğütçü 15 Eylül 1914’te Adana’nın Ceyhan ilçesinde dünyaya geldi. Babası, avukat Abdülkadir Kemali Bey, annesi ise rüştiye mezunu ve öğretmen Adanalı Azime Hanım’dır. 1938’de Niğde’de gitti. Askerliğini yaparken “Maksim Gorki ve Nâzım Hikmet kitapları okumak” suçundan 5 yıl hapis cezasına mahkûm edildi. 1940’ta, Bursa Cezaevi’nde ünlü şair Nâzım Hikmet ile tanıştı. Kendisinden Fransızca, felsefe ve siyaset dersleri aldı. Onun teşvikiyle düzyazıya yöneldi. 1952’de yayımladığı Murtaza ve Cemile romanları ile edebiyatçı olarak ünü yayıldı. 1954 yılında Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanı ile topraksız tarım işçilerinin dramını edebiyat dünyasına taşıdı. Aynı yıl 72. Koğuş’u yazmaya başladı. 1957’de dördüncü çocuğu Işık doğdu. 1958’de Sait Faik Hikâye Armağanı’nı Kardeş Payı adlı öyküsü ile aldı. İşçi dostu yazar olarak da bilinen Orhan Kemal, geçirdiği bir beyin kanaması nedeniyle tedavi görmekte olduğu hastanede 2 Haziran 1970’te öldü. Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi.
Fakir Baykurt’a göre Orhan Kemal: “Eleştirmenlere göre en göz alıcı romanı Murtaza’dır. Balkanlar’ dan göçüp gelmiş bir fabrika bekçisinin acı gülünç portresidir bu. Kendine ve sınıfına yabancılaşmış Murtaza, fabrika sahibinden muhasebeciye kadar herkesi amiri bilir ve sıkı disiplin içinde, ”ciğer paresi” evladına bile acımadan görevini yapar. Beyni militer, islam ahlak anlayışı dolu, anlaşılmaz bir görev sever. Beklediği fabrikanın işçisi olan öz kızının ölümüne yol açar. Amirim dediği patronlar zor gününde tanımaz bile. Acı gerçeği zamanında göremez ne yazık. Bu aşırı görev sever, acı gülünç tip, belki bu türden davranışlarıyla “murtazacılık” diye, bilincini bulamamış bir işçi tipinin karakteristiğini sergiler. İnsan romanı okuyup bitirdiği zaman o zavallının acısından uzun süre kurtulamaz.
İşçilerimiz sadece bunu değil, onun birbirinden güzel bütün öykülerini, romanlarını okuyarak Murtazalaşmaktan ve hep Murtaza kalmaktan kendilerini kurtarmalıdır. ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ romanı gıpta edilecek kadar güzel bir romandır. Proleterleşemeyen topraksız köylünün durumunu bu kadar aydınlık bir gerçekçilik ile veren romanımız azdır.”
Tarık Dursun K.’ya göre Orhan Kemal: “Orhan Kemal, “küçük insan”ların, kenar kıyı semtlerin ve mahallelerin, oralarda cendereye alınmış gibi sıkışık yaşayanların dünyalarını yaza yaza bitirememiştir. Bitirememiştir, çünkü o çevrelerde yaşayan insanların toplamı yazarın sağlığında bitmemiş, yaşam koşulları değişiklik göstermemiş ve serüven yürüyüp gitmiştir. Sonra, daha çok ’50’li yıllar ve onu izleyen yıllarda toplumun alt kesimlerinde bir dönüşüm başlatılmış ve çoğunluğu oluşturan o kesim insanı iç ve dış göçler aracılığında kendi kabuğunu kırıp çıkmış ve ardından da üreticilik aşamasına girmeden doğrudan, tüketici yapılmıştır. Bir sınıf, evrim gereği oluşturulacakken önlenmiş, iki arada bir derede, sınıfsız bırakılmıştır. Yitip götürülen, işte bu evcilleştirilmiş sınıfın insanıdır, yani küçük hikâyemizin ve romanımızın altın çağını yaşadığı evrelerin kahramanları küçük insanlar. Damar kurumuş, kurutulmuştur.”
AYNI KÖKÜN DALI: AHMED ARİF
Ahmed Arif, 23 Nisan 1923 yılında doğar. Çocukluk dönemi Siverek ve Harran’da geçer. Yaşadığı yerleri şöyle tanıtır: “Siverek diyorsam, Karakeçi ve Dağlarbaşı bölgelerinde. Karakeçi ta Viranşehir’e kadar inen yarı yayla, yarı ova bir bölgedir. Siverek’te Zazacayı, Karakeçi’de Kürtçeyi, Harran’da Arapçayı öğrenir. Refik Durbaş’a verdiği ünlü söyleşisinde bu karmaşayı şöyle anlatır: “Çok iyi hatırlıyorum. Biz oyun oynuyoruz, üç tane adam bahse girmişler. Üç adam ama biri Arap, biri Kürt, biri de Zaza. Biri diyor ki beni göstererek, “Bu çocuk Arap”. Öteki diyor ki: “Yok yahu, bu çocuk Kürt.” Üçüncüsü “Bu, ne Arap, ne Kürt. Bu çocuk Zaza” diyor. Biz oynuyoruz, onlar konuşmalarımızı dinliyorlar herhalde. Aralarında anlaşamayınca bir esnafa soruyorlar, “Bu çocuk nedir” diye… Beş lirasına mı ne bahse de girmişler. O zaman çok büyük para tabii. Esnaf, “Üçünüz de yanıldınız” diyor. “Bu çocuk Türk.”
Nilda Paşaoğlu, Ahmed Arif’i Okumak adlı yüksek lisans tezinde, “Bu mozaik yapının içinde ilginç anılar yaşayıp, farklı izlenimlerle yoğrulması Ahmed Arif’in kültürel kimliğine çeşitlilik katar” diyor. Ve şöyle yazıyor:
“Ahmed Arif acısını, sustuklarını kalemiyle konuşturan bir sanatçıdır. Ülkesindeki insanlarının sevinciyle gülen, hüznüyle ağlayan ve mutluluğuyla coşmaya çalışan bir şairdir. Kişileri sahip oldukları doğal özelliklerinden ötürü hor görmeye çalışan zihniyetlerin daima karşısındadır. Ahmed Arif, “Hepimiz insanız. İnsan olduğumuz için de onur ve haysiyetimize yaraşır bir şekilde yaşamalıyız. Edirne’den Hakkâri’ye dek tüm ülkemin insanları mutlu olsalar bile, ben kendimi yine mutlu biri olarak göremem. Çünkü bu kez gönlüm insanca yaşamanın kavgasını veren birilerinin yanında olur. Kendimi bu kez onlardan biri olarak görürüm” ifadelerini kullanır.”
Öyküleyici bir anlatımla, Anadolu’ya has bir şiire tutunan Ahmed Arif, Nâzım Hikmet’ten de her zaman övgüyle söz eder Refik Durbaş’a verdiği söyleşide:
“Ben büyük değilim. Halkımın sıradan ve gariban bir ozanıyım. Lütfen bunu belirt. Buna inanıyorum ve onur duyuyorum. Bazı adamlar “Son elli yılın en iyi kitabını ben yazdım” diyorlar. O kendi iddiası muhteremin. Nâzım Hikmet’in memleketinde böyle laflar edilir mi?
Benim şansım halkla kucaklaşabilmek, ya da ona ulaşabilmek. Pek kucaklaşmış değilim ona biraz ulaşmışım. Benim şansım budur işte…”
Onun şiirine en iyi örneklerden biri Adiloş Bebe’dir:
Doğdun,
Üç gün aç tuttuk
Üç gün meme vermedik sana
Adiloş Bebem,
Hasta düşmeyesin diye,
Töremiz böyle diye,
Saldır şimdi memeye,
Saldır da büyü…
Bunlar,
Engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar,
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,
Tanı da büyü…
Bu, namustur
Künyemize kazınmış,
Bu da sabır,
Ağulardan süzülmüş.
Sarıl bunlara
Sarıl da büyü…
Ahmed Arif, yaşadığı yörelerin efsane, destan, masal, türkü ve ağıt gibi folklorik özelliklerden yararlanır. Şiirde ahenk unsurlara dikkat eder. Mısralarında yinelemeler uygular ve yinelemelerinde ses ile ritim geliştirir (Nilda Paşaoğlu, Ahmed Arif’i Okumak).
Halkçı şair Ahmed Arif, cumhuriyete, bağımsızlığa ve ilerlemeye bağlılığını da şu sözlerle ifade etmiştir: “Bütün ömrünce Osmanlı yönetimi Türk’ü hor görmüş, hakaret etmiş, sövüp saymış, süründürmüş, bir tek ağaç dikmemiş, bir karış yol yapmamış. Şimdi ise biz Osmanlı’yı göğe çıkaracağız, onunla öğüneceğiz. İş, öyle değil. Türk’e bir haysiyet kazandırılmışsa bu haysiyeti kazandıran Mustafa Kemal’dir. Atatürk ilkeleri denen de önce budur. Yani emperyalizme ve kapitalizme karşı halktan yana, yurtsever bir düzen. Bağımsız bir düzen…”