Zihnimizde dış borca dair iki çarpıcı bilgi var. Birincisi, bağımlı ülkelerin dış borçta tarihsel olarak zirveyi gördüğü, ikincisi de dış borcun sermayenin egemenlik ve kontrol mekanizması olduğudur.
Birkaç gün önce yayımlanan Dünya Bankası verileri gelişen borç felaketini ortaya koydu. ‘Düşük gelirli ve gelişmekte olan ülkeler’ bir yılda 415 milyar dolar faiz ödedi ve bir rekor kırdı. Bir başka deyişle bugün dünyada 6.5 milyar insanın yaşadığı -ki dünya nüfusunun yüzde 80’idir- toplam 119 ülkenin 8.8 trilyon dolar dış borcu var.
Neden borç alıyorlar? Kalkınmak iddiasıyla. Neden faiz ödüyorlar? Çünkü borç aldılar. Peki, neden borçlular? Çünkü yoksullar. Peki neden yoksullar? Kalkınamadıkları için. Neden kalkınamıyorlar? Yoksul oldukları için…
Bu acayiplik, borcun boyutları ve ekonomik büyüme göz önüne alındığında, bu kaynağın aslında gerçek ‘kalkınmayı’ desteklemediğini ortaya koyuyor. Borç, yalnızca faiz ve ana para ödemelerini karşılamak için daha da büyüyor ve bu durum, kapitalist sistemin “çevre” olarak adlandırılan ekonomilerinde yoksulluğu derinleştiren, emek sömürüsünü artıran ve gelişmeyi tıkayan kısır bir döngü yaratıyor.
Angola, Mısır ile beraber son yıllarda IMF’den en çok borç alan iki ülkeden biri. Yaz aylarında yapılan IMF karşıtı protestolarda rejim 22 eylemciyi öldürmüş, 1200’ünü tutuklamıştı. Angolalı bir kadın, “Neden bize bu kadar acı çektiriyorsunuz? Çocuklarımızı nasıl doyuracağız? Fiyatların düşmesi gerekiyor” diyordu. Bir öğretmen BBC’ye konuştu: “İnsanlar bıktı. Açlık her yerde ve yoksullar sefilleşiyor.”
Kronik hiperenflasyon ve borç batağına saplanmış durumda olan Arjantin, son dört yılda IMF’den 170 milyar dolar borç aldı. İşçi sınıfının kazanımlarını budayan Milei’nin buna rağmen nasıl seçildiğini hatırlayın; Trump yanlısı hükümet, Arjantin halkına, eğer iktidar partisini desteklemezse, büyük bir devalüasyon için son darbeyi vurarak ekonominin tamamen kontrolden çıkmasına izin vereceğini söyledi. IMF-Trump şantajıyla yeniden seçilen Milei bugün iş gününü 12 saate çıkarmanın planlarını yapıyor.
Avrupa’nın en büyük IMF borçlusu Ukrayna. Aralık 2024’te IMF, Rusya’nın tam ölçekli işgaline başlamasından yaklaşık bir yıl sonra, mart 2023’te kararlaştırılan 15.5 milyar dolarlık bir programın parçası olarak Ukrayna’ya 1.1 milyar dolar ödedi. Bu, Ukrayna’ya yönelik 148 milyar dolarlık borç paketinin bir parçası olup, IMF’nin tam ölçekli bir savaşa dahil olan bir ülkeye ilk kez büyük çaplı konvansiyonel finansman sağlaması anlamına geliyordu. Bu arada en az 10 milyon Ukraynalı yerinden oldu. Savaşta kaç kişinin öldüğü ise belirsiz.
Asya’da IMF’den en çok borçlanan ülke olan Pakistan ise 230 milyonluk nüfusuyla derin bir siyasi-ekonomik çöküş yaşıyor. 126 milyar dolar dış borcu bulunuyor ve bunun 80 milyarını üç yıl içinde ödemek zorunda. Rupi yüzde 50 değer kaybetti; rezervler 4.5 milyar dolara indi; enflasyon yüzde 38.
IMF’nin sık sık övgüsüne mazhar olan Nijerya, iç savaşlar, yolsuzluk ve kötü yönetilen enerji gelirleri nedeniyle ağır bir kriz içinde. Doğrudan yabancı yatırım 3 milyar dolardan 468 milyon dolara geriledi; 2019-2025 arasında 13 milyon kişi daha yoksullaşacak.
IMF ve Dünya Bankasının yanında düşük-orta gelirli ülkelerin borcunun yüzde 56’sı büyük ölçüde BlackRock gibi Batılı akbaba fonları ve İngiltere’nin HSBC’si ve Fransa’nın Crédit Agricole’ü gibi bankalara. Latin Amerika ülkelerinin borcunun yüzde 67’si, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin borcunun yüzde 40’ı, Güney Asya ülkelerinin borcunun yüzde 31’i, Sahra Altı ülkelerin borcunun yüzde 41’i bu banka ve finans tekellerine…
Dış borçlanma, kapitalist sistem içinde çevre ülkelerine “Büyüme için zorunlu finansman” olarak sunulsa da gerçekte bu ülkelerin bağımlılık ilişkilerini yeniden üretiyor. Borç, insani kılıklarla ülkeye girerken, şeytani bir kılıkla ülkeden çıkıyor. Mevcut veriler bu mekanizmanın üretici güçlerin gelişimini değil, borç çevrimini beslediğini ortaya koyuyor. Bu borç ve krediler, değer transferiyle, sadece faiz ve ana para ödemelerini karşılamak için yeniden borçlanmaya yol açıyor.
Bu durum, emperyalist merkez ile çevre ülkeleri arasındaki hiyerarşik ilişkileri güçlendiriyor, Arjantin örneğinde açık faş edildiği gibi egemen olana bağımlılığı artıyor. Kâr arayışını hızlandıran sermayenin küresel ölçekteki genişlemesi kolaylaşırken, çevre ülkelerde yoksulluğu derinleştiren, sınıf ilişkilerini daha da eşitsizleştiren ve emeğin sömürüsünü artıran bir baskı aracına dönüşüyor. Böylece dış borç, çevre toplumlarını kalkındırmak bir yana, onların artı değer üretimini uluslararası sermayeye aktaran yapısal zincirin bir halkası oluyor.



