Ak Parti, 2000’lerin başında Türk siyasetinin mayınlı alanlarını ardı ardına siyasetin masasının üzerine koyuyordu: Kürt meselesi, Kıbrıs, Ermeni iddiaları, AB reformları…
Ak Parti bu stratejiyle bir yandan uluslararası alanda iktidarına meşruiyet kazandırmayı, diğer yandan içeride devletin “kırmızı çizgileri”ni aşarak yerleşik ittifakları dağıtarak siyaset alanını genişletmeyi hedefliyordu.
Daha sarih bir ifadeyle Ak Parti’nin buradaki temel amacı öncülü olan Erbakan hareketini yalnızca bir yıl içinde iktidardan indiren ittifakı dağıtmaktı.
Bu ittifakın ana bileşenleri TSK, TÜSİAD, medya ve yaratılan olağanüstülükten kendisine meşruiyet devşirme yarışına giren MHP’nin de içinde bulunduğu diğer siyasi partilerdi.
Ak Parti’nin bunun için Türkiye’nin olağanüstü gündemlerini olağanlaştırması gerekliydi.
Nitekim bunun için uluslararası ortam da son derece uygundu.
11 Eylül 2001 sonrası dönemde ABD, “ılımlı İslam” kavramını merkezine alan yeni bir Ortadoğu stratejisi inşa ediyordu.
Türkiye’nin hem Müslüman hem demokratik kimliğiyle bu stratejide bir “örnek ülke” olması, Ak Parti’ye dış meşruiyetini güçlendirebilecek bir alan açıyordu.
Yine aynı dönemde, AB, Doğu Avrupa’yı kapsayacak genişleme dalgasına hazırlanıyordu.
Türkiye için 1999 Helsinki Zirvesi ile başlayan “adaylık süreci”, Ak Parti’nin reform baskısını ve ezber bozan çıkışlarını meşrulaştırıcı bir çerçeve sağlıyordu.
Ak Parti, “AB üyeliği”ni hem sivil-asker ilişkilerinde bir baskı aracı hem de sermaye sınıfı nezdinde güven tazeleyen bir araç olarak kullandı.
MHP ise bu açılan alanı demokratikleşme olarak değil, devletin bekâsında açılmış bir gedik olarak okuma eğilimindeydi.
Teslimiyetçilik’ten ‘gayrı millî iktidar’a
2000’lerin ortalarına doğru ilerlerken AB çerçevesi, Kıbrıs’ta Annan Planı, Ermeni soykırımı iddialarının küresel gündemde yükselişine karşı Ak Parti’nin Ermenistan’la diyalog çabası ve Kürt meselesinde ve Kıbrıs’ta hakim paradigmayı aşan bir yaklaşım sergilemesi, MHP’nin zihni haritasında tek bir eksende toplandı: “Teslimiyetçilik.”
Bu dönemde atılan her adıma eşlik eden çerçeve buydu.

Erdoğan’ın meşhur 2005 Diyarbakır konuşması “bölücülüğe meşruiyet” diye okundu ve Bahçeli Erdoğan’ı PKK ve AB’nin tezleriyle uyumlanmakla suçladı.
AB süreci “Türkiye’yi etnik-kültürel haklar üzerinden zayıflatma projesi” olarak yorumlandı.
Kıbrıs’ta Denktaş savunusu millî duruşun turnusolüne dönüştü.
MHP adeta Ak Parti’nin savunduğu her şeyin “anti”si hâline gelmişti.
“Çarşı her şeye karşı” tadında bir muhalefet dönemiydi bu.
Bu güvenlikçi okumanın siyasal pratikteki en çıplak hali, Bahçeli’nin “313 generale mektubu”nda görüldü: Müesses nizamı, sivil siyasetin üzerine yeniden çağıran bir refleks…
Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken MHP, AK Parti’nin “devleti zapt” etmeye yöneldiğini iddia etti.
Bu, seküler seçmene verilen dolaylı mesajın da çerçevesiydi.
Öyle ki henüz Gül’ün adaylığının gündeme gelmediği, Erdoğan’ın adaylaşabileceğine dair tartışmaların sürdüğü bu dönemde Bahçeli, MHP’nin TBMM’ye girmesi durumunda Erdoğan’ı meclis kararıyla Cumhurbaşkanlığı koltuğundan indireceklerini dahi söylemişti.
Retorik sertleşti. Öyle sertleşti ki “gayri millî iktidar” kavramı MHP’nin söyleminin mihverine oturtuldu.
Bahçeli’nin 2007’de partisinin bölge istişare toplantısında yaptığı bir konuşma, bahsettiğim tutumun çok iyi bir örneğidir:
“Teslimiyetin “aktif dış politika”,
İlkesizliğin “zafer ve ilerleme”,
Peşkeş çekmenin “ülkeyi pazarlama”,
Küresel taşaronluğun “eşbaşkanlık”,
Boyun eğmenin “diyalog”,
İşbirlikçiliğin “dönüşme ve değişme”,
Diplomatik şantajın ”müzakere”,
Gayri milli zihniyetin “stratejik vizyon” olarak tanımlandığı bu kara dönemde… Başbakan, ülkemizi ilgilendiren sorunları bırakıp, BOP eşbaşkanı sıfatı ile medeniyetler ittifakı için uğraşmaktadır.”
Ancak elbette bu sertlik yalnızca ideolojik değildi.
Bürokrasi içi güç dengelerinin değişme ihtimali, MHP’nin yıllar içinde ördüğü ağlar için de bir tehditti.
Unutmamak gerekir ki bu yıllarda Ak Parti, o güne kadar yatay örgütlenmiş olan Fethullahçıları bürokrasi içinde dikey örgütleyerek MHP’nin de son derece güçlü olduğu mevcut bürokrasiyi tasfiye etmeye çalışıyordu.
Başa bir ifadeyle, MHP’nin bu son derece şedit tutumunun altında bürokrasi sahasında güçlü olduğu mevcut müesses nizamın yenisiyle ikame edilmesi kaygısı yatıyordu.
Ancak iktidar, en azından üst kadrolarda bu tasfiyeyi büyük ölçüde gerçekleştirmişti.
7 Haziran sonrası: ‘Bekâ’nın ittifaka dönüşü
7 Haziran 2015 sonrasında ise yaşanan koalisyon çıkmazı, çatışmaların yeniden başlaması ve 1 Kasım’da “istikrar” söylemiyle çoğunluğun geri alınması, olağanüstü yönetim mantığını kalıcılaştırdı.
Bu süreçte iktidar, Fethullahçılardan boşalan bürokratik alanı milliyetçi-güvenlikçi unsurlarla doldurmaya başlamış, MHP kurultayını asliye hukuk mahkemesi kararıyla durdurarak Bahçeli’ye yeni ittifak zeminini sunmuştu.
Bu zemin hem Bahçeli’nin hem de Erdoğan’ın siyasi tıkanıklığını aynı anda aşan bir zemindi.
Erdoğan açısından, 7 Haziran seçimleriyle birlikte başkanlık hedefi çökmüş, Ak Parti ilk kez tek başına iktidarı kaybetmişti.
İşte böyle bir ortam içinde Ak Parti’nin koalisyon kurmak zorunda kalmadan, yani muhalefete meşruiyet tanımadan iktidarını sürdürmesi için bir “üst anlatı”ya ihtiyacı vardı.
“Devletin bekâsı” söylemi bunu sağladı.
Bu söylem Erdoğan’ın hem sivil siyasetteki tıkanıklığı aşmasını hem de olağanüstü yönetimi meşrulaştırmasını mümkün kıldı.
Bahçeli açısından ise hem parti içi iktidarını kaybetme (Akşener ekibi) riski bertaraf edilmiş hem de MHP’nin 7 Haziran sonrasında iktidar nimetlerinden faydalanmayı elinin tersiyle itmesinden rahatsız olan parti tabanına iktidar nimetleri Erdoğan yönetiminde dağıtılabilmişti.
Bahçeli, tam da bu sırada gerçekleşen 15 Temmuz darbe girişimiyle beraber “beka” söylemiyle aslında koltuğunu korumak için iktidarla yaptığı iş birliğine ahlaki bir meşruiyet zemini de üretebilmişti.
Ancak, şüphesiz bunun bir karşılığı olacaktı.
Bu da Bahçeli’nin daha önce son derece sert biçimde karşı çıktığı başkanlık sistemine geçişin önünü bizzat kendi eliyle açmasıydı.
Sonuçta 15 Temmuz darbe teşebbüsüyle yaşanan kriz, ivedilikle bir rejim mühendisliğine dönüştü ve Türkiye, kaşla göz arasında “millî”-“gayri millî” ayrımını kurumsallaştıran bir antagonizmaya dayanan başkanlık sistemine geçti.
Özetle 7 Haziran sonrasında oluşan zeminde MHP, yıllardır Ak Parti’ye karşı kurduğu “devlet bekası” eksenli muhalefet dilini, bu kez Ak Parti iktidarıyla birlikte muhalefete karşı bir iktidar pratiğine dönüştürdü.
Artık “devletin bekâsı” adına sivil alanın daraltılmasına verilen rıza, Cumhur İttifakı ve başkanlık sisteminin meşruiyet harcıydı.
Yani Bahçeli, 2000’lerin ortasından itibaren Erdoğan’a yönelttiği “devletin kırmızı çizgilerini zorluyorsun” eleştirisini, 2016 sonrası dönemde bu kez Erdoğan’ın yanında muhalefete karşı yeniden kurdu.
Statükonun muhafızı Bahçeli
2023 sonrasında ise tablo değişti.

Bu kez iktidar, kendi kurduğu dengeyi sarsmaya, Bahçeli ise o dengeyi muhafaza etmeye çalışan aktöre dönüştü.
Erdoğan, içerideki ekonomik sıkışma ve uluslararası yalnızlığı aşmak için yeniden Batı’yla yakınlaşmaya, Körfez sermayesiyle denge kurmaya, dış politikada Batı’nın tezleri ve arayışlarıyla uyumlanmaya girişti.
Ancak bu hamle, 2016 sonrasında inşa edilen güvenlikçi denklemi gevşetiyor; MHP’nin varlık zeminini oluşturan “olağanüstü hâlin sürekliliği”ni tehdit ediyor.
Çünkü Erdoğan’ın ABD ve Körfez eksenli bu yeni denge arayışı, MHP’nin hem devletteki hem siyasetteki ağırlığını eritme potansiyeli taşıyor.
Bu yüzden Bahçeli’nin partisi adına sezgisi kuvvetli: Eğer Erdoğan dış destekle istikrarını kalıcılaştırırsa, artık ne toplumsal desteğe ne de güvenlikçi ortaklara ihtiyacı kalır.
Bunun anlamı şudur: Bahçeli’nin bugün ABD’ye, Kıbrıs’a ya da Filistin’e dair sert sözleri ideolojik değil, stratejiktir.
Yani Bahçeli, bu alanlar üzerinden toplumsal hassasiyetleri kışkırtma ihtimalini hatırlatarak Erdoğan’a şunu söylüyor:
“Bu rejim güvenlikçi dengesini kaybeder, Batı’ya teslim olur ve bir hanedanlaşma eğilimine girersen arkandaki meşruiyet zemini çöker.”
Yani Bahçeli’nin asıl hedefi, 2016–2023 arasındaki o güvenlik merkezli ‘denge rejimini’ kalıcı kılmak.
Nihayetinde bu denge, MHP’nin hem bürokratik hem siyasal sigortası.
Bu nedenle Bahçeli’nin bugün sergilediği agresif retoriği ideolojik değil, statüko savunusu olarak okumak gerekir.
Mesela Bahçeli’nin -muhalefet teknisyenlerimizin de hemen atlayıp “tarikat eleştirisi yapıyor” diye olumladığı- devlet içinde paralel yapı olduğu iddiası da bundan bağımsız değil.
Nitekim devletin içinde Fethullahçıların başka tarikatlarla ikame edildiği, hatta her kurumun adeta bir tarikatla özdeşleştiği sürecin yeni olmadığı hepimizin malumu.
Bahçeli’nin burada rahatsızlığının nedeni şu: 2016’da Fethullahçılardan boşalan alanı MHP kadrolarıyla dolduran iktidar, 2023 sonrasında bu alanı bu kez Batı’ya ve organik Batıcılara açmaya çabalıyor.
İktidarın son dönemde Babacan başta olmak üzere pek çok aktörle yakınlaşma arayışı bundan bağımsız değerlendirilmemeli.
Ya da Bahçeli’nin TRÇ çıkışı…
2016 sonrası “Avrasyacı–güvenlikçi denge”nin en kritik sütunu Rusya idi; TRÇ (Türk–Rus Çıkışı) gibi sert çıkışlar, Erdoğan’ın NATO ve AB ile yeniden normalleşme arayışına karşı “dengeyi bozuyorsun” uyarısı işlevi görüyor.
Yani Bahçeli burada Batı’ya karşı ideolojik değil, denge rejiminin korunması adına pozisyon alıyor.
Yine Bahçeli’nin Kıbrıs çıkışı… ABD’nin İsrail’i Hazar’ın, Ortadoğu’nun ve Doğu Akdeniz’in enerji üssü haline getirme arayışından ve daha önemlisi iktidarın burada ABD’nin tezleriyle uyumlanıp karşılığında rejimini finanse edecek bir gelir elde ederek MHP’yi sistemden tasfiye etme ihtimalinden çok da bağımsız değil.
Dolayısıyla Bahçeli’den demokrasi ummak yerine onun çıkışlarındaki iktidarı araç değil amaç olarak gören bu çıplak Makyavelizm’i görmek gerekir.
Bahçeli’nin serzenişinin sebebi nettir: Devlet içindeki gücünü ve ağırlığını kaybetme korkusu.



