Home Kıbrıs iktibas Levent Atikoğlu Tende uzlaşı – Levent Atikoğlu

Tende uzlaşı – Levent Atikoğlu

0
4

öpmeden,

sevişmeden,

koku navigasyonu,

o orda, sen burda,

aşkı hisset.

Yetin,

taşmadan, dökülmeden,

yerleş boşluğun kuytusuna…

Renkler karışıyor, zaman nemleniyor; insan, kendi gölgesinin solgun duvarına dokunuyor. Gün Geçiyor. Yalnızca bir zaman denemesi değil, bir varlık sarsıntısı. Bir İrlanda sabahı gibi sisli, bir Fransız gecesi gibi çıplak. Zaman bazen bir tablo gibi durur önümüzde. Renkleri vardır, ama bu renkler, her an birbirine karışmaya, uçurumun kenarında yok olmaya meyilli.

Tıpkı Belfast’ın gri sokaklarında birbirine karışan yüzler gibi, tıpkı Paris’te bir odanın içinde yankılanan çıplak nefesler gibi. Renkler, bitişik dizginlendiğinde girer uçurum araya, düzen, bozulma arzusuna boyun eğer. Hayatın da kendisi böyledir. Dizginlenmiş gibi görünen duygular, bir anda taşar; Beckett’in suskunluğuyla, Bataille’ın şehvetiyle. Taşkınlığın ortasına bir İspanyol kadın yerleşir. Kadının renklere alerjisi vardır; bu yüzden beyaz bir odaya sığınır. Beyazlık bir temizlik değil, bir arzudur artık. Lekesizliğin altında bastırılmış bir çıplaklık. Kadının avucuna sinmiş sinek kanları, Duras’nın bir cümlesi gibi titrek ve saf olmak düşen bir gölge.

Zamanın içinde sessizleşmek ister insan. Ama sakinleşmek mümkün müdür? Belki Joyce’un Molly Bloom’u gibi fısıldayarak “evet” demek gerekir, bütün hayata, kirlenmeye, sevişmeye, ayrılmaya. Ama “evet” bile bir huzur değil, bir kabulleniştir. Sakinlik, çağımızda bir ayrıcalık, bir dokunuş, olduğu kadar kısa kalan, bir nefes kadar kırılgan.

Belki yalnızca “ten uyumu” kalır: bir başka varlığa değmenin geçici huzuru. O bile uykunun en köşesinde birikintiler halinde kalır; sıcak, ama suskun. Gecenin duvarında bedenin yankısı uzar. Sonra zaman koku olur. “Uçar gibiyim düş kırıklığını saldığımda geceye.” der ve kendimi referans gösterip güçlenirim. Deniz kıyısında durur gibi hissederim kendimi, Joyce’un denizine, Sade’ın gövdesine, Nin’in cümlelerine yakın. Deniz hem anne rahmi kadar korunaklı, hem ölüm kadar derindir. Ve sonunda yine aynı cümle gelir, bütün şiirlerin, bütün arzuların sonunda olduğu gibi:  “Gün geçiyor.” Bu cümle, zamanın pornografisidir belki de: her şeyi soyup geride yalnızca bedeni, yalnızca nefesi, yalnızca geçiciliği bırakır. Zaman akar ve renkler, sesler, insanlar, şehirler değişir; ama tenin belleği kalır. Modern hayatın hızına, içsel gürültüsüne, arzunun sessizliğine yazılmış bir manifesto gibi kalır sevişmenin sabırsızlığı. Zamanın nemini durduramayız belki ama, senin gibi, sessiz bir suretin içinde bağırabilirim…

No comments

Yorumunuzu ekleyin

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.